3 Ekim 2010 Pazar

BOĞAZIMA EDEBİYAT KAÇTI


İstanbul’u “İstanbul” yapan nedir?

İstanbul’un altında ki şimdiye kadar inemediğim derin tarihi manzarasının,üstünde ise şimdiye sıkışan tarihten esintilerinin,önümde;kimi zaman bir camii,kimi zaman cumbalı bir ev,kimi zamansa çok Bizans bir sarnıç olarak belirmesi mi?Yoksa şehrin her yerine sinmiş kesif Osmanlı kokusu mu?Ya da sadece bugünü yakalama uğruna tarihini basit bir yemek ismiymişçesine bir tabelacığa sığdırmaya çalışan kültür politikası mı?Bunun bedenimde bıraktığı fast food bilgi hazzının,ancak çok araştırılınca bir lezzet kumpanyası halini alacağını her geçen gezmede daha feci anlıyor olmamın mı?Daha doğrusu İstanbul’u anlamam mı,istanbulu “İstanbul” yapar? Yoksa tüm bunlar bir kenara bu şehri anlamanın yolu ,İstanbulluyu anlamaktan mı geçer?Bilemiyorum…Sanırım bildiğim tek şey,cevabın şehrin içinde bir yerlerde olduğu.
Sadece bulunması hakikaten işten sayılacak cevaplarımı almak için değil,tanıştığım her semtin,içinde bulunduğum beton ve tahta yığınının bendeki ifadesini,beni şehrin ruhuna bir semt daha yaklaştırarak canlandırma umuduyla,Beylerbeyi semtini hedef eylemiş İETT’li otobüsümün koltuğuna oturmuş,camına yüzümü dayamış,pek bir Orhan Veli’cilik yapmaya çalışarak İstanbul’u değil müzik çalarımı dinliyordum gözlerim kapalı.Arada gözümü açtığımda buluşma noktamız olan Beylerbeyi sarayına bir durak daha yaklaştığımızı görüyordum.Üsküdar semtine girdiğimde,mevsim sadece bahar değildi.Aynı zamanda seçim kafası yaşayan belediyecilik heveslileri mevsimi de olduğundan,bol sloganlı afişler,pankartlar silsilesinin Üsküdar kısmını da görüyordum.Adlarını ve yüzlerini çoğunlukla sadece seçim mevsimi gördüğüm,güneşe çıkmış köstebek tavırlı belediyecilik heveslilerinin afişleri arasında,bir dönem sarhoşluğuna güldüğümüz,her parodisini bilumum çekirdek türevleriyle güçlendirerek seyreylediğimiz Levent kırca gözümü hırpalayıverdi.O ki bol güldüğümüz ama mesajını da gülerken soluk borumuza çekirdek kaçıracak kadar sağlam aldığımız parodilerin sahibiydi. “ÜSKÜDARI GÜLDÜRMEYE GELDİM!” sloganıyla beni ters köşeye yatıran Levent Kırca bu girişimiyle beni ilk defa düşündürdü.Bunca sene güldürürken belki de asıl şimdi düşündürdü.Afişine dede kıvamında bir fotoğraf yapıştırmış olması.Komediyi sindirmiş tipini Üsküdarlıya başkan seçtirme arzusuyla sergilemesi bir yana,bu girişimini destekleyen sloganına takılıvermişti beyinciğim.Acaba Üsküdarlı bu zamana kadar televizyon seyretmemiş miydi?TV izleyen çoğu Üsküdarlının Levent Kırca’ya bir dönem gülmüş olması gerekiyordu.Yoksa Levent Kırca Üsküdarlının yeterince gülmediğini mi düşünüyordu?Ya da sadece Reyting ölçümlerinden aldığı veriyle,en düşük gülücük yüzdesinin Üsküdar’da olduğu bilgisiyle yola çıkıp,”hanım Üsküdar’ı bir güldürüp geliyorum” diyerek Üsküdar’ı lokal olarak güldürmeyi mi amaç edinmişti?Tüm bu soruları Üsküdar’a ve Üsküdarlıya bırakarak kendimi beylerbeyi semtinin tünel durağında inmiş buldum.Etrafta beyler beyi sarayına dair görüntüler aradım ancak otoyoldan başka bir şey bulamadım.Anladım ki Beylerbeyine ilk defa giden bünyem yanlış durakta inmiş bulunmuştu.Garip olan ise;sarayın önünde indirdiği rivayet edilen otobüsten otoyolun kenarında ve hiçbir saray belirtisi görmeyerek inmiş olmamdı.Minibüse atladığım gibi inmem bir oldu çünkü yalnızca bir durak önce inmiştim.Sarayın giriş kapısında bekleyen kalabalığa karışarak geniş güvenlik önlemli giriş kapısından,güvenli ayrılarak 1 YTL karşılığında grubumla içeriye zuhur ettim.Emininim bundan 120 Yıl önce de sarayın girişi bu denli güvenlikçiydi.Her ne kadar o zamanki güvenlik görevlileri(askerler) içeriye alınan saray misafirlerinden ceplerindeki bozuk paraları çıkartmalarını istemediklerini tahmin etsem de,o zamanlar güvenliğin içerideki şahıs sebebiyle yapılırken,bu zamanlar güvenliğin mimari yapılar,süslemeler veya tablolar için yapılması şekil ve sonuç arasında 5 saniyelik bir düşünce gelgiti yaşamama yol açtı.Hiçbir Osmanlı padişahının yapımı için servet harcanılan bu saraya günün birinde 1 YTL karşılığından gireceğimi tahmin etmemiş olması düşüncesi,İstanbul’un bu semtinde,bu terk edilmiş sarayda Orhan Pamuk’un Hüznünü ilk defa derinden hissetmeme sebep oldu.Belki de terk edilme duygusuyla hareket edersem saray daha bir tarih kokacaktı.Gezimin devam bölümünde üstümde tuhaf bir gerginlik,tarifsiz bir yalnızlık duygusu her yeni keşifte daha da belirginleşiyordu.Sarayın geniş,bakımlı,bol çimenli,yüksek parmaklıklarla denizden ayrılmış bahçesinde hiçbir Osmanlı çocuğu top oynayamamıştı.Onlar hücre hapislerinde erginleşip,saray hapislerinde olgunlaşıyorlardı.Sarayı hapse benzetmemin nedenini birazdan açıklayacağım sevgili okurum.Boğazın yanı başında durmadan devinen hırçın suyun kenarına,dipsiz griliğin ortasına kondurulan saray bende içten bir korku uyandırdı.Sanki boğazın yanı başındaki küçük ben tüm boğaza ve kocaman bir hilafet tarihine yaptığım tespitlerle meydan okumaya çalışıyordum.Bahçenin karasal kısmına kaçmak isteyen bünyemi oradan oraya dolaştıran Muharrem ve Tuğba Rehbere içten içe kızmayı da ihmal etmedim.3 katlı bahçenin üst bölümüne kaçamak girişler yaptıktan ve sarayı bir de üstten görme fırsatı bulduktan sonra sarayın iz kısmını gezmeye gelmişti sıra.Saray dışarıdan bana görkemden çok karaktersizlik duygusu verdi.Belirli bir mimari estetik barındırmamakla berber batılı anlamda bir Barokta taşımamaktaydı.Toplama bir Mimari üslupla yapıldığına kanaat getirdikten sonra kapının önünde rehber sıramızı beklemeye koyuldum.Bir süre manzarayı süzmeye karar verip,boğaz köprüsünün karşı kıyıya kavuşuşunun ayrıntılarını dikkatle inceledim.Köprünün üstümde durması da ayrı bir gerginlik eklemişti bünyeme.Sessizce yalnızlaşarak rehberimizle sarayın içini gezmeye başlayınca gerginlik duygusunun yerini şatafatın gözümde bıraktığı kirliliğin yarattığı garip bir haz kaplamaya başladı.Bu öyle bir hazdı ki geçmişte bizden saydığım birilerinin pek bizden olmadığına inandığım birilerine,bu abartılı yapıyı en şatafatlısından göstermiş olmasının,bizimde batı karşısında bir şey olduğumuzu derinden anlayarak saygı duymasının verdiği hazdı galiba.Her ne kadar bu görkem gözüme gereksiz gibi görünse de,Osmanlı İmparatorluğunun gücünü ve bir zamanlar İstanbul’da sürdüğü hakimiyet duygusunu hissederek,dahası birebir görerek anlamamı sağladı.Sarayın hiçbir duvarının ve tavanın boş bırakılmayarak çini ve ahşapla kaplanmış olması gözlerimi ve takip mekanizmamı yordu.bu nedenle burada bir iki ay yaşayan konuğun minnetten çok korku duyacağını düşündüm.Fildişi kaplı yemek masası,ahşap işlemeli çok değerli sandalyeler,hiç bozulmaması ve dokunulmaması gereken oyuncaklardı sanki.Ergin bir Osmanlı padişahının bu oyuncaklar arasında geçirdiği aylar,belki inanmayacaksınız ama,sarayın ergin Osmanlının olgunlaşma hücresi olduğunu düşündüren kanıttı bana.Osmanoğlunu tebasından ayıran temel fark yalnızlıktı belki de ve bu yalnızlık sarayının geniş penceresinden boğazın hırçın dalgalarını grinin her tonundan gören osmanoğluna hüzün pompalıyordu.Pompalanan hüzün fetih veya Tanzimat olarak çıkış yolu arıyordu kendine ve yıllar sonra bir yazar bu hüznü emanet alıyordu.Bizim hikayemizse bir yazarı tanımakla başlıyordu.Hiç görmediğim bir sarayın serin koridorlarında dolaşırken yaşamış birilerinin hayatına olmasa da anısına misafir olduğumu en derin hücrelerime kadar hissediyordum.Zaten onun için girişte bozuk paraları ayırma isteği duymuşlardı benden ya da sadece dedektör ötmesin diye…
Saraydan ayrılığın ardından gezimizin bugüne ilişkin bölümüne geçtik.Denize sıfır aynı anda paralel taş duvarla çevrili,Arnavut kaldırımı döşeli,tarihten günümüze geçiş kıvamı veren yoldan,kahvelerde tanıdık bir yüz arayan rehber arkadaşlarımızla geçiyorduk ki tanıdık yüze rastlayan rehberlerimizin kahve içerisine görmesiyle kazandığımız yarım dakikalık boşlukta şahsım acayip köy havası almış bulundu.Çoğunun eskiden ahşap yapılar olduğunu tahmin ettiğim taş yapıların denize hakikaten sıfır konumu,içinde yaşayanlarının ne kadar nemli yaşamları olduğunu düşündürdü bir an.Boğazın hırçın gri denizine bu kadar yakın olmak,boğazla bu kadar iç içe olmak İstanbul’un hakimlerinin oturduğu bir sarayın yanı başında durmak,bu insanlara acayip sorumluluklar yüklememe neden oldu.Düşüncelerimin ışığını kapatır kapatmaz Tuğba ve Muharrem rehberin bahsettiği küçük yalı kahvehanesinde buluverdim bünyemi.Adından anlaşılacağı üzere burası boğazın dibinde,boğaza 3 metre diyelim,küçük bir kahvehaneydi.Çaylarımızı yudumlarken yeni insanlarla da tanışıyorduk.Ahmet Gülhan Hocamızın evinde hizmet veren gayrimüslim hanımefendiyle tanışır tanışmaz ağzından çıkan ezik Türkçe kelimeler duyar duymaz,“İstanbul’u İstanbul yapan nedir?”sorusunun cevabına,bir koku daha yaklaştım.Eski dokusundan kalma ,gayet yaşayan insanına Müzelik tarih yaklaşımım beni biraz üzmüştü de.Beklenen ev sahibi kapıdan içeri giriverdi.Bir doksanlık boyu, Suavi’yi andıran sakalları,Gestapo ajanlarını andıran parkası ve elinden hiç düşürmediği anlaşılan sigarası,balıkçı olmasına karşın tertemiz kılık kıyafetiyle,gayet kendinden emin duran adamın adı Selahattin’di.Selahattin ağabey,bizimle Özgüven dolu hareketlerle tanıştıktan sonra hemen gezi faslına devam ettik.İlk durağımız (Nedenini bilmiyorum ama tüm gezi programlarında sıklıkla duyduğum bu klişe cümleyi kullanmak bana ayrı bir haz veriyor.Belki de şehri turistikmiş gibi gösteren bu durak kelimesini her kullandığımda İstanbul’u Açıkhava müzesi olarak düşünmenin verdiği,turist olma,yaşadığım şehre acayip yabancılaşma duygusunu hat safhada hissetmem olabilir.) İskele kıyısına inşa edilmiş bir camiiydi.Ardından kıyı şeridini dolaştık.Beylerbeyinin iç kesimine yöneldiğimizde denize bu kadar yakın şehrin,beton duvarlarla ve anlayamadığım bir kasvetle denizden bu kadar uzaklaşmış olması ya da bana öyle gelmesi;Orhan Pamuğun Bahsettiği Osmanlı Yıkıntısını fazla içselleştirmiş olmamdan kaynaklanıyor olabilir miydi?İç kesime yönelip yıkıntı ahşap binaların arasından piyango milyoneri gibi sıyrılan ahşap bir binanın geniş çaplı tadilatının diğer binalara verdiği hüznü hissetmem,iyice bunalmama kendi hayal dünyamda adeta boğulmama yol açmıştı.Yalancı yeşilliklerin arasından dar merdivenlerin bağladığı patika yola çıkıverdik.Sokaklarda hiç insan yoktu.Burada da yoktu.Sanki bu betonluğun sahibi yoktu.Derken ahşapların birinin içinden ağır arabesk bir ezgi inlemeye başladı.Arabeskin bir semte bu kadar yakışabilir!Bu soğuk tepelerde insan ya arabesk dinler ya da şiir yazar dedim kendime.Selahattin ağabey yerlerle ilgili bilgileri ince ince anlatmaktaydı gezerken.Araya sıkıştırdığı beni çok güldüren bir fıkrayı 3 kez anlatmış olması kafasında şizofrenik bir durum olduğunu sezinlememe yol açıverdi.Ya da bilerek bize öyle anlatıyordu kendini.Aklımda geziyle ilgili pek çok anı kaldı ancak hepsini yazarak yazıyı gereğinden fazla uzatmak istemiyorum.Ne hissetiysem içimde saklıdır kimse bulamaz,diyerek Felsefe yalatıyorum okuyucuya.Karnımızın açlığını doyurmaya oturduğumuz küçük lokantanın tüm hesabını çeken Selahattin ağabey beni şaşırttı nedense.Kekimizi kurabiyemizi alıp kahvehanemize yol aldıktan sonra tam namaz vakti ortadan kayboluveren Selahattin ağabeyde ortamımızda beliriverdi.Hoş sohbetler yapıldı.Bir insan tanındı.Başka yaşamlara teneffüs edildiği hissedildi.Mutlu olundu,çaresiz kalındı,üzülündü,sevinildi…Anlayacağınız pek çok duygu bir ortamda başka yaşamların ışığında filizlendi,dedim ya başka yaşamlara nüfus edildi.Sorumun cevabına gelince.İstanbul’u İstanbul yapan her neyse,ona her semtte bir adım daha yaklaştığımın bilinciyle Beylerbeyi semtinin sıcak kahvehanesinde çay içen,muhabbet eden,bir fiil yaşayan insanlarını terk eylemiş bulunduk.Uzaklaşılan bir anı bıraktık geride ve artık oralarda bir yerlerde yaşadığını bildiğim bir Selahattin ağabey.


03 Ekim 2010