30 Kasım 2011 Çarşamba

Celal Tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesi (Barananadam'la Seyrisefer)

"Celal Bey ilçemizin saygın kişilerindendir."
Aman ne tanıdık geldi anlatamam. Onur ünlü açısını en büyük korkularımızdan birinin üstüne almış bu sefer. Absürt bir komedinin ötesinde Kapkara Bir Komedi bu! Kimler var bu çarpıcı timin içinde bir bakalım.
Filmin baş rolünü karakteristlik sesi ve olgun oyunculuğla Selçuk Yöntem almış. Yanında her biri birbirinden güzide Tiyatro ve Sinema oyuncuları var.Sırasıyla:Ezgi Mola,Türkü Turan, Köksal Engür,Bülent Emin Yarar,Güler Ökten,Alpay şayhan,Cengiz Bozkurt,Ushan Çakır,Tuğra Kaftancıoğlu,Gazanfer Ündüz,Tansu Biçer,Yilmaz Gruda.Filmin yaratıcısı kendine has adamlığıyla tanıdığımız Onur Ünlü.

Filmin ilk on dakikası içinde öyle bir düğüm atılıyor ki, çözebilene aşk olsun. Bu sosyolojik anlamda da psikolojik anlamda da akıllara ziyan bir açmaz. Filmin karakterleri her geçen dakika ezilir ve acizleşirken kendimizi onlara gülmekten alamıyoruz. Alamıyoruz çünkü bu adam sözünü esirgemiyor sayın okuyanım. Zaten iki önceki filminde de bunu yapmıştı.(Filminin ismini söylemeyeceğim,onu da siz araştırın artık,hem meşgale olur.)

Filmin eksen karakterini usta oyuncuların canlandırmasına şaşmamalı, iç aksiyonlar dış aksiyonları kovalıyor,yani Türkçesi;kimsenin bir söylediği bir yaptığını tutmuyor. Filme bol bol gülerken, için için de kızmayı ihmal etmiyorum bu ahlaki sisteme.
Amalar kaplıyor aniden içimi, ama diyorum içimden, ama o da haklı geçim, ama o da haklı çocuk, ama o da haklı aşk peki ya ahlakıyla parlayan o adam.Neyse filmi daha fazla ele vermeyeyim. Gidin görün sayın okuyanım.Neden mi?
Oyunculuk performansı izelemek için, farklı bir senaryo okumak için, görüntü yönetimi için, bol bol gülmek için, çokça düşünmek için, en önemlisi de;İlk kez beyaz perdede hakkıyla bir kara komedi izlemek için.İlk kez bir kara komedinin Avrupa normuna ulaştığına tanık olmak için. Kuşkusuz, Avrupadaki benzerlerinden hiç eksik kalır yanı yok. Bulmuşken bunamayalım lütfen. Film hakkında daha fazla atıp tutardım ama salonda 12 kişi olduğunu gördüm ya  ne söylesem az gelecek şimdi. O yüzden aman filmin ismine aldanın da gidin. İyi seyirler sayın okuyanım.

Yokluğumu al

Belki yanındayımdır şimdi
Ne güzel kokluyorumdur saçlarından
Öpüp içime çekiyorumdur gözlerini
Karanlığı görünceye
Örünceye kadar yalnızlığını
Isınabiliyorsan ben sarılmadan
Ordayımdır
Hatta mıncırıyorumdur sırtını
Kızıp duvara yaslanıyorsundur
Duvar üşütmesin diye
Kaçıyorsundur soğukluğundan
Garantici olma sevgilim
Yanında duvar var
Ötesi benimdir belki
Yokluğuma sarıl ki
Senin olsun yokluğum
Sanma yokum
Sen sarıl
Ben
Var olurum

24 Kasım 2011 Perşembe

Darlanırım

Trip yapma kızım
Acayip mutsuzlaşıyorum
Yediğimden bir bok anlamıyorum
Sigaraya abanasım geliyor, yapamıyorum

Trip yapma kızım,
Zaten şanssızım
Kaybetmeye takatim yok
Bir ara çıkarım hayatından

Trip yapma güzelim
Haydi  bir şarap içelim
Zaten dünya güzelleşir
Kavgaya lüzum kalmaz

Trip yapma güzelim
Seni şimdi bir öperim
Kaçarım kalabalığa
Faili meçhule gider dudakların

Ah be güzelim
Sinema minema bunlar bahane
Susarak durmaya yer arıyoruz
Zaten ortamı değil

Canım,güzelim
Vallahi söz bir daha incitmeyeceğim
Harç paramı feda ettim bak
Askere alınmam an meselesi

Biliyorum güzelim
Bu şehre karıştı aşkımız
Zaten aynı evde yaşayamıyoruz
İstesek de biz olamıyoruz

Tamam tamam güzelim
Yok bir daha böyle melankoli
Zaten sensiz uyuyorum kaçtır
Anla işte saçmalıyorum

Uzatma kızım
Vakit dar,gerilmeyelim
Birazdan eve gideceğim zaten
Öp de kendime geleyim

Elimi tut yavrum benim
Söz laga luga etmeyeceğim
Biliyorum biraz öküzüm
Ne yapayım mayamda şiddet var

Yapma şunu diyorum hayatım
Vallahi basıp giderdim aslında
Ama yapamıyorum
Ne yapayım seni seviyorum

Düşmesin gülüşün kaldırıma
Kazara biri bulur falan
Acayip sinir olurum
Şiire küserim sırf bundan

Kabul ediyorum hak ettim
Hazır tribini de yaptın
Madem bağırdın gece gece
Bari sarıl da kabus görmeyeyim

17 Kasım 2011 Perşembe

"Gelecek Uzun Sürer." Film de öyle ama nasıl? (Barananadam'la Seyrüsefer)

Sinemada 8 kişi ya varız ya yokuz.Filmin aldığı ödül sayısıyla neredeyse kafa kafayayız anlayacağınız.Yani kişi başına neredeyse bir ödül düşecek.Ben ödül istemiyorum,bir ödülün bir seansa 50 kişi getirmesini istiyorum,olmuyor.
Yazar ve Yönetmenimiz 'Özcan Alper', Oyuncularımız 'Gaye Gürsel' , 'Durukan Ordu' , 'Sarkis Seropyan' , 'Osman Karakoç'.Yapımcılığını ise 'Ersin Çelik' ile 'Soner Alper' üstlenmiş.Künyeyi gördük,şimdi de anyayı konyayı görelim...

Film başlıyor, 'Sonbahar' kokusu arıyorum, bu kez koku daha kesif,hem belgeli,belgeselli...
Yan salonda "Ölümsüzler" isimli bir amerikan filmi 3D (Üç boyutlu) şekliyle oynuyor,efektleri bizim salondan duyuluyor.Bizim film ise üç boyutlu değil,onlarca boyutu var.Benim yaşım bir miktarını yakalamaya yetiyor.
Zaten böyle filmlerin Üç Boyutlu ve "Gerçek gibi" olmasına gerek yok çünkü bu filmler "Gerçek".
Şimdi yazıma bu gibi yersiz bir kıyaslamayla başlayarak neyin peşinde olduğumu merak ediyorsun okuyanım. Filmdeki "Gerçek" kahramanlarımıza nazaran, ben bu çeşit eften püften şeylerin peşinden koşarım, filmin yönetmeni gibi "gerçek" şeylerin peşinde koşacak çapta değilim,zamanın bu anında, bir İstanbul sinemasında. Aman yanlış anlamayın, film seyircisini suçlamıyor,bu benim kendime artistliğim. Filmde artistlik yapılmıyor.Oyunculuk numaraları falan da yok.Aklı başında bir kaç adam,bir takım belgelerle 'Gerçek'i gösteriyor.
Peki ama hangi "Gerçek"i?
Her şeyin başladığı yeri,geçmişimizi , mensup olduğumuz milliyetin,haritada yalnızca üç tarafı denizlerle çevrili kara parçası olarak görünen Türkiye'nin gerçeği. Konu bize uzak değil, yıllardır süregelen iç savaşın mağduru Türkiyeli'lerin acıları...Belki de bize coğrafi olarak en uzak konu budur; Ne uğruna katledildiği belli olmayan bir ulusun çocuğuyla, batılının maşalamasıyla kendi dramını yaratan başka bir ulusun çocuğunun,her şeyin ardında olanları arayış diyalektiği...

Ölünün ardından yakılan 'Ağıtlar'ın estetik ve romantik yönüne vurulan batılı bir ermeni kızı ile batılı kızın estetik yönüne vurulan kürt erkeğin öyküsü,tarihi katliam belgeleriyle iç içe ironik bir anlatımla akıyor,gidiyor...
Bu günlerde körüklenen milliyetilik dalgalarının yol açtığı iç savaş ortamının yaratım kaynağı belgeleniyor...Tüm bunlar olurken, malesef kişi başına neredeyse bir ödül düşüyor...
Devletin içindeki küçük devletlerin adı geçtiğinde insanın içi ürperiyor.Anneler çocuklarını,eşlerini,akrabalarının ceset kemiklerinin verilmesini; Kızımız sevgilisini; Erkeğimiz hayallerinin kadınıyla hayattan keyif alacağı günü bekliyor...
Sonlara doğru beni bu memleketin vatandaşı olmaktan utandıran "Belge"ler arttıkça film başka türlü uzuyor.Malum "Gelecek uzun sürer."
Tarihin sorumlusu devlet ne mi yapıyor?
Sonra o devletin Kültür Ve Turizm Bakanlığı bu filme sponsor oluyor.Belki geçmişiyle hesaplaşmayı böyle deniyor.Sonra... Hala insanlar ölüyor,öldürülüyor...Sonra... Malesef bu seansta kişi başına neredeyse bir ödül düşüyor.Sonra kulaklarımda erkek kahramanımızın filmdeki şu cümlesi çınlıyor. "Sonra... Ne kadar çok sonra var,değil?"

15 Kasım 2011 Salı

Boğaz'ın da bir durum var kardeşim

Hiç tanımadığım adamların yokluğunu hissetim ilk defa.Boğaza karşı oturmuş,bir biralık kulağımla yanımda konuşan adamları dinliyorum,bir vapur düdüğü ötüyor,usulca geçiyor tam üç yat art arda... "Zenginlik böyle bir şey işte usta!" diyor yanımdakine biri;Öteki, "Bu Taksidir ha,sıkça yaraşıyor".İnanmıyor öteki," Valla lan", diyor, "Deniz Taksi!" Biri Diyarbakır'lı, öteki Mardinli iki yağız delikanlı,Beşiktaş iskelesinde,boğaza nazır...
O sırada bir tur gemisi geçiyor."Ula bunlar,Japon mu,Koreli mi,Nerelidir?" Diyor bizimki. "Koniçuva!" diye bağırıyor öbürü.
Beşiktaş İskelesinde,üç kişiyiz.onlar benim yanımda denizi görüyorlar,ben denize bakıyorum.Atlamak istiyorum iskeleden,denizin derinliğine yüzmek..."Ulan" diyorum, "Yüzerek karşıya geçsem çok mu ayıp olur rekortmenlere?" Bir Yıldız Tilbe şarkısı mırıldanıyor Diyarbakırlı. "Deniz o coğrafyanın insanlarını ancak bu kadar yumuşatır." diyorum içimden.Akşam düşüyor İstanbul'a.Çöpçüler çöp topluyorlar,çocuklar hala çocuk olduklarından şikayetçi gibi görünüyor gözüme,bir an önce büyüyüp alkol tüketmek istiyorlar sanki boğaza karşı.Büyükler ise alkol tüketimini bahane ederek anlatıyorlar bir şeylerini.
Zamanla ışıkları yükselecek İstanbul'umun. Köprüler ışıl ışıl,her bir yanı Camii silüeti,balıkçılar balık tutuyorlar yada öyle sanıyorlar, daha çok balık tutmaya bahane arıyorlar.Bu sayede şehrin manzarasını dikizliyorlar,İstanbul boğazından en çok balıkçılar anlıyor.Fotoğraf çekiyor bir japon turist teknede, "Ama İstanbul burası,fotoğrafta durduğu gibi durmaz." diye bağırasım geliyor,yapamıyorum.Bozulmuyor fotoğrafçı,gerçeği o da hissediyor.
Gecenin dostu ay beliriyor,sonrası yakamoz...Kim ne derse desin en çok yalnızlık yakışıyor bu şehrin insanına.Yazara,şaire ihtiyacı var bu şehrin,sinemacıya,en çok da balıkçıya!
Kız kulesi ah o kız kulesi ne fenadır bilmezsiniz.İstanbul'un küçük hanımıdır o. Gündüz Üsküdar'la birliktedir.Gece oldu mu sabaha kadar kuyruk sallar Beşiktaş'a...Ah o kız kulesi...Ne biralar içilmiştir ona karşı,İstanbul onu hisseder,boğazın bilinmezliğidir manzarası...Sultan Ahmet Köşeden bakar, Ayasofya divasıdır yarımadanın.Beylerbeyi resmi bir yılışıklıkla görünür ötelerde...Tek gerçeği minareleri hatırlatır bu şehrin,gökyüzünü göstererek bize sonsuzluğu işaret ederler.Kaybolacağımız, karışacağımız yeri gösterirler günün birinde...Vapurlar,köprüler,ışıl ışıl Eminönü ve sessiz sakin Kuzguncuk...
İstanbul kuzey yıldızının yansımasıyla,yakamozunun kesiştiği noktada gizlenen sözler var,sanki yazıyorum,okuyamıyorum,ah,okuyamıyorum.

25 Eylül 2011 Pazar

Bir Zamanlar Anadolu'da... (Barananadam'la Seyrüsefer)

'SineFelsefe' yazılarımda filmin konusundan bahsetmeyeceğim.Hele öyküsünü dilimin ucuna dahi almayacağım.Sadece izlenimlerimi dile getirmek için yazıyorum bu satırları  Sayın Okuyanım.

En sonunda 'Nuri Bilge Ceylan'ın merakla beklediğim filmi 'Bir Zamanlar Anadoluda' vizyona girdi.Girdiğinin ertesi günü kendimi sinema koltuğunda buldum.Uzun bir aradan sonra ilk defa verdiğim paraya acımadım.Ne iyi etmişim de gelmişim dedim.Evet,NBC Sinemasına dudak bükenlere,"O ne abi,adamın iki saat yürüyüşünü mü seyredeceğiz!" diyenlere inat "İyi ki gelmişim,iyi ki izlemişim!" dedim.Karşımda "dilini ve ekibini" oturtmuş bir NBC filmi görmenin mutluluğuyla sinemayı terk ettim.
Eğer perde önüne beklentiyle gidenlerden seniz bu filme giderken beklentilerinizi pop-corn standına bırakmanızı tavsiye ederim.Çünkü bu filmde Hollywood'un vaat ettiği umut'u,aksiyonu,aşkı ve göz yaşını bulamayacaksınız.Bir "Yalnız ve Güzel Ülkesini" çözümleyen Türkiyeli bir gözlemcinin buruk umuduyla karşılaşacaksınız.
Bu filme mendille gitmenize gerek yok,patlamış mısır da tavsiye etmem.Gözyaşlarınız içinize akacak.Kahkahalarınız ise boşlukta bir muamma olarak kalacak.Lafı fazla uzatmadan meramıma geçeyim.

NBC "Üç Maymun"da Türk aile yapısına bir kesik fırlatmıştı.Oldukça arabesk bir konuyla aklımızı almayı bilmişti.'Gerçek arabeskin kaynağını' gösterirken,adeta kulağıma şu cümleyi fısıldamıştı; Yalnız bireylerin oluşturduğu 'metropolitik' aile yapısı ve pratikteki iletişim biçimi,iletişimsizliğin kendisidir.Artık görülmeyen,duyulmayan,söylenmeyen şeyler bizi yönetiyor.
Şimdi çıtasını bir kaç kademe yükselten NBC ve Ekibi kozmopolitik yapısıyla başlı başına bir muamma olan Anadolu şark yaşantısını ele alıyor.İyi ki alıyor...
Filmin her geçen dakikasında bir ekip kokusu salona yayılıyor.Koltuklara siniyor,izleyicilere karışıyor."Gerçek" anlarla,gerçek oyuncular'la,gerçek bir meseleyi anlatan film ilk dakikalarda rengini belli ediyor.Yalnız bir film izleyeceğiz,belirsiz bir bekleme hali saracak içimizi,bir bilinmezlik,durgunluk kaplayacak bedenimizi.Tıpkı kışları kimse kalmayan köyümüz gibi yaşanacak film zamanı.Köy yumurtasını bilen her çocuğun içi acayip olacak.Bilmeyen ise sıkılacak,İstanbul'u özleyecek hem de Anadolu'ya hiç gitmeden...
Anadolu'nun sosyolojik,sosyo ekonomik,sosyo politik değerleri ahlak değerleriyle harmanlanıp gözlerimizin önüne en katı,en gerçek,en dramatik ve en komik haliyle serilecek.Yalnız bu defa; görülmeyen,duyulmayan,söylenmeyen şeyler değil,söylenen,duyulan ve görülen şeylerin sonuçlarıyla karşılaşmamız istenecek.Basit bir konuyla yüzyılın Türkiye'sinin en karmakarışık meselesi en sade biçimiyle anlatılacak...

Oyunculuklar hakkında şunu söyleyebilirim Sayın Okuyanım.Eğer oyuncu olmak istiyorsanız ve "Neden oyuncu olmak istiyorsun?" sorusuna verecek cevabınız yoksa bu filmi izlediğiniz de olacak.Başta 'Taner Birsel' olmak üzere özenle seçilmiş oyuncuları ve oyunculukları dikkatle izlemenizi tavsiye ederim.Mutlulukla söyleyebilirim ki,sizleri başka bir Yılmaz Erdoğan bekliyor olacak.Belki ilk defa bir rol bir oyuncuya bu kadar çok yakışacak...Gerçi her rol,her oyuncu için özenle yazılmış gibi ama ne demek istediğimi filmi izleyince anlayacaksınız.Yalnız, Taner Birsel'e dikkat edelim.Gözlerinin içine bakalım.Bulmuşken bırakmayalım onu...

Seçilen karakterlerin meslekleri,sınıfları ve kültürel tabanları özenle seçilmiş.Bu karakterler ancak böylesi bir öyküde 'bir araya' gelebilirdi.Senaryo ekibini kutluyor ve onlara kahve ısmarlamak istiyorum.Taze ekler pastaları almalıyım onlara ama hiç konuşmasak da olur.Senaryo zaten her şeyi anlatıyor.Her bireyin 'yaşama hesapları' ayrı ayrı ele alınmış.Ağaçtan düşen elmanın hesabı bile 'açıkca' görülüyor.Bu hesaplar silsilesi yaşamın kendini işaret ediyor.Böylece; 'İki dil bir bavul' filminden sonra belgesel olmayan bir filme biraz da 'belgesel film' gözüyle bakmış oluyorum.Her an dikkatle işlenilmiş bu filmde insansı hesaplarımızla yüzleşirken,dramatik olan komediye dönüşecek ve kahkaha olarak değer kazanacak...Bu nedenle iz bırakmaması elde değil...

Film 'Türkiye-Bosna Hersek' ortak yapımı...Filmin senaryosunu 'NBC','Ebru Ceylan','Ercan Kesal' yazmış...Görüntü yönetmeni 'Gökhan Tiryaki'...İlk defa oyuncuların tamamı profesyonel oyunculardan seçilmiş...Kısacası iyi bir ekip çalışması sonucunda ortaya çıkmış.Bataklıktaki narin bir gül...Bir olgunluk dönemi filmi,ödül almasına şaşmamalı...

Bunun dışında söyleyeceğim pek çok şey var ama burada olmaz Sayın Okuyanım.Bunları kahvelerimizi yudumlayarak konuşmak varken,burada olmaz...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Bazen...

Anıları alıp kaçmalı
Kimsenin bilmediği bir koyda
Çırılçıplak balık tutmalı...


Yemin aşktan
Misinan öpücükten
Oltan kalpten
Olmalı...

Anıları eline alıp
Oltayı denize salıp
Hayata anlam bulmalı...

Gün batımına kalıp
Tuttuğun ne varsa salıp
Denizi almalı...

24.08.2011

16 Ağustos 2011 Salı

Kime Yardım Ediyorsunuz?

Bugünlerde bütün bill-boardlarda yardım ilanları görüyoruz.Özellikle de Ramazana Ayında hareketlenen bu "Yardım Kumpanyası" sizi duygulandırıyor mu bilmiyorum ama beni düşündürüyor.
Bir takım sorularla dolan beynimin nadide sorularından bir demet sunayım size sayın okuyanım.

İlki;
Yılın on bir ayında aklımıza gelmeyen fakir vatandaşlarımız,afrikalı insan türdeşlerimiz sadece bir ay mı aklımıza geliyor?
İkincisi;
Afrikada açlıktan ölen türdeşlerimizin içine düşürüldüğü insanlık dışı durumun sorumluları hangi uluslar?
Üçüncüsü;
Tüm istanbulu kapsayan Bill-Board reklamlarının maliyetini hiç düşündünüz mü?
Dördüncüsü,
Zaten avrupa tarafından; işsizliğin arttığı,istihtamın düşük olduğu bir üçüncü dünya ülkesi gibi ekonomik açıdan "yardıma muhtaç" görünen ülkemizin vatandaşı "Yardıma muhtaç" değil mi?

Bu soruların hepsinin çok acıklı cevapları var.
Bu "gözde kumpanyanın" altında,

"Aman kendini zor duruumda görme Türkeyi vatandaşı,bak afrikalıya,içecek suyu yok!
Zaten gün boyu niyetlisin,susuzluğun ne demek olduğunu biliyorsun.Haydi bilmem ne yaz,şuraya yolla şu aldığın asgari ücretten 2 TL'ciği senden daha kötü durumda olanlara ver!"

Bilmem ne yardım kuruluşuları adına,milyonlarca dolarlar toplanıyor.
Bizim insanımızın inançlarıyla oynayıp belirli bankaların hesapları şişiriliyor.
Peki o yardım kuruluşlarının yönetim kurullarında kimlerin olduğundan haberiniz var mı?

"Bağış"  sıfatıyla alınan paranın tamamen vergisiz olduğunu biliyor musunuz?
Toplanan o paraların bankada durduğu sürece işletildiğinden,o kuruluşların yönetim kurullarına milyon dolarlar kazandırdığından haberiniz var mı?

Hiç tanımadığınız bir iklime sahip ve muhtemelen; hayatının boyunca hiç gidemeyeceğiniz,göremeyeceğiniz bir ülke olan Afrika'nın adını kullanarak,emekle kazandığınız paraları cebine indiren,adeta titan zincirleri kuran adamların şuanda Bahama Adalarında tatilde olduğunu biliyor musunuz?

Batılıların atalarının "Keşif" adını verdikleri,kanlı yolculuklarda "İlkel" gördükleri Afrikalıların her türlü kaynaklarını tüketip,onları yurtlarından ayrı köle olarak kullandıkları,diktatörler yaratarak iç karmaşaya sürüklediği zamanların mirası olan "yardıma muhtaç afrikalıların" sorumluluğu bütün insanlığın mıdır?Yoksa, yıllar önce yağmaladıklarıyla "İstihdam" içinde yaşayan batılının mı?

Eğer birine yardım eli uzatmak istiyorsanız, komşunuzdan başlayın,mahallenizde yaşayan yoksul'dan başlayın,apartmanınızda yaşayan ve okul harcını yatıramayan çocuğun harcını tamamlayarak başlayın,açlıktan ölen sokak çocuklarına sıcak aş vermekle başlayın.Belki o zaman geleceğimiz için bir şey yapmış oluruz.Belki o zaman geleceğimiz için,ülke olarak "İstihdam" sağlarız.
Belki o zaman, tarihi kendi çıkarlarına göre şekillendirmiş batılıların seviyesine gelir ve onların dünyaya borcunu paylaşırız.
Belki o zaman insanı duygularımızın törpülenmesine dur deriz ve gerçekleri fark ederiz.

12 Ağustos 2011 Cuma

Haydi Abbas Balık Tamam

Bugünlerde İstanbul pek ağlak oldu.Acayip serin geliyor nefesi.Nedendir bilmiyorum,bu aralar İstanbul bana geçmişimi hatırlatıyor.Ondan kaçmak için evime sığınıyorum.Gün batımlarını bekliyorum,sabaha karşıları bayılıyorum yatağa.Hani içinde bir takım hisler vardır ve adlandıramazsın,kimse anlayamaz,söylesen de kar etmez yani...Bende onlardan çok var.
Edebilik katma çabasıyla yazmak istemiyorum,bir günlük kıvamında,olduğu gibi raks etmek istiyorum duygularla ama gel gör ki sayın okuyanım,doğru kelimeleri bulamıyorum.İşte bütün bu yazma çabaları bir arayışın ürünüdür.Bu kendini ve hayatta ne anlam ifade ettiğini arayan insanın değil,hayatın onun için ne anlam ifade ettiğini anlatmanın bir yolunu arayan insanın çabasıdır.Ne var ki hayat arayanların değil,bulanlarındır.

Onunla ilk galata köprüsünde balık tutarken tanışmıştım.Kara kuru,esmer bir dayıydı.Saçları ağarmaya yüz tutmuş,bıyığı sigaradan sararmıştı.Sanki göz altı çukuruna bir karınca düşse Avanos Vadisinin o uçsuzluğunu görecekti.Karınca,yaşlanmaya yüz tutmuş bu balıkçı sayesinde manzaranın insan evladına verdiği hissiyatı kavrayacaktı.
Öğleden sonra üç sularında köprüde konuşlandım.Çaparimi bağlayıp saldım denize.İstanbul rüzgarı yüzümden makas aldı,utandım.Derken bir sesle irkildim:

-Abaaas!

Bir anlık bocalamanın ardından,dayının çevik ,havaya balık atma hareketine tanık oldum.Tuttuğu küçük balığı havaya atmasıyla,gri martının pike yapıp balığı kapması bir oldu.Dayı bir kahkaha patlattı:

-Ulan abbas!

Dayının bu manevrası acayip duygusal yazar tribine girmiş beni yumuşattı.Martıya baktım,bir sokak lambasının üstünde dayının bir sonraki yemine hazır halde beklemeye koyuldu.Martı sanki bana, "Neyin tribindesin,balığını tut sen!" ,der gibi baktı.Derken dayımız yeniden celallendi ve daha yüksek bir sesle bağırarak abbasa küçük balık attı.Dayının her Abbas deyişinde bütün köprü sempatiyle dayının bu şovunu izliyordu.Dayı çaparisini yemlerken benimle konuşmaya başladı:

-Nasıl Abbas?Hiç merak etme,bu gece rahat uyuyacak!
-Neden?
-Küçük balıkları ona atıyorum temizleyince bir şey kalmıyor.
-Baya baya besliyorsun yani martıyı.
-Martı değil o,Abbas!

Dayının bu çıkışına bıyık altından gülerken gözüme balık kovası takıldı:

-Dayı balıkların hepsi neden temizlenmiş?
-Hanım kızıyor,uğraştırma beni diyor balık temizlemekle bende tuttuktan sonra temizliyorum zaar.

Nedendir bilmiyorum dayının bu cümlesi içimi burktu.Böyle bir şey de vardı İstanbul'da...Eve akşam 3 kilo balığı tutup,temizleyip,pişirilmeye hazır halde karısına sunan bir dayı vardı.Şimdi o dayı,benim hemen yanımda Abbas adını verdiği martıya temizleyemediği küçük balıkları lütuf ediyordu.İşte o an,yanımda yüzünü televizyondan hatırladığım bir ünlüyü görür gibi oldum.Heyecanlandım,Galata Köprüsünde,balık tutarken,bir dayının yanında.Hemen muhabbete koyuldum:

-Neden Abbas?
-Şindi yeğenim,benim bir arkadaşla geçende balığa geldik.Ben dolu çekiyom o boş çekiyo,ben dolu o boş.Üstümüzde de aha bu martı.Ben de küçük balığı martıya atarken Abbas diye bağırdım.Arkadaşın adı Abbas olduğundan zaar,bana şöle bir bakışı var ki...Abbas dedim, aha şu martı bile balık tutuyo sen hala boşa sallıyon.O gün bugündür adı Abbas.
-Aradaşının adı yani normalde.

Dayı yüksek bir perdeden bağırdı:

-Abbaaaaaaaas!Bak yine tuttu,bizim Abbas hala tutamadı.Heheh.

Dayının gülüşü köprüde yankılandı.Bense yeni bir hikayeye tanık olma heyecanıyla ev yoluna vurdum kendimi; Elimde yarım kilo mezgit ve dimağımda artık tanışık olduğum bir martının görüntüsü...

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Ayaküstü Lirik (ŞİİR)

Ne zaman gitsen
Yağmur değer bir yerlerime
Tüm zıtlıklar seni hatırlatır
Kimsenin derdini çekemem
Bakkala her girdiğimde sigara almak isterim
Alamam.

Ne zaman gittiğini anlasam,
Vakit daralır
Zamansız pişmanlıkları
Anlamsız acılar
Devralır.

Şimdi gitsen,
Koca şehirde
Kokun kalır
Sahillerde yalnız yürüyemem
Kokun yüzüme çalınır.

Git sen...
Sesinden yastığıma biriktirdim zaten
Bakışların tavanımda asılı kalmış
Duvarda parmak izin
Kokun şehre sinmiş
Sırtım hep sivilce...

Hep böyle olur,
Biri gider
Biri kalır
Aslolan
Gidenden geriye kalandır
Hayat zamansızdır
Ayaküstü şiirler
Böyle lirik zamansızlıklarda yazılır.

01.08.2011

2 Ağustos 2011 Salı

Ekmek Martının Ağzında (Öykü)

Belirli belirsiz anlarda zamanın durduğunu hissederim.Böyle anlarda hangi vapura binsem,şehirler arası yolculuk kokusu çalınır yüzüme.Her vapur limanından şehri terk edesiye uzaklaşır bindiğim vapurlar.Şairleşip,taklitçi yazarlar gibi devrik cümleler kurmak isterim,kurarım da.Susmak isterim,susarım.Dolma kalemle hırpalarım kağıtları.

Ne yapsam olmayacak.Hep griye çalar bizim boğaz.Sanki vapurun seyrindeki her martı,'gitme' diye çığlık atar.Attığımız simidi havada kapan bu martılar,bize müthiş bir hayat dersi verirler.Eskiler, "Ekmek aslanın ağzında!" derlerdi.Artık iklim İstanbulu gösteriyor.Ekmek en çok martılara yakışıyor: Ekmek martının ağzında. Dedimse boşuna demedim ey benim sayın okuyanım!Dinle hikayenin gerisini.

20'li yaşlarda kare gözlüklü,İbrahim Sadri tavırlı ve kesinlikle boğazlı kazağa bürünmüş bu gencin adı Muharrem idi.Vapurun kıç demirine yaslanmış bir yandan gri İstanbul boğazını seyrediyor arada da çayından şık yudumlar alıyordu.Buraya kadar gayet olası profil çizimini,koltuk altındaki Trabzon ekmeği sendeletiyordu.Ona başka bir boyut katıyor,bana sınır ötesi hareket yapma arzusu veriyordu.Koltuk altındaki kocaman Trabzon ekmeğinden koparıyor,gözüne kestirdiği martıya fırlatıyordu.Martı ekmeği kapar kapmaz irtifa kaybediyor,dalgaların üstünde horon tepmek istiyor,tepemiyordu.Bir martı arkadaşlarından ayrı vapurun tepesinden kuş bakışı süzüyordu ekmek vakasını.İstanbul limanlarında sürten,Sait Faik’i görmüş yaşı 70'e yakın bir martıydı…

Atma be! dedi Muharrem yazara.Çayından şık bir yudum daha aldı.Denizin griliğine daldı.Martı da ele avuca sığmaz bir hınzırlık vardı.Her gülüşmede o da gözleriyle gülüyor,kısık naralar atıyordu.Boğaz sessizdi,boğaz sensizdi.Sen sade okumayı seçtin çünkü.Sade okuyorsun şuanda.Oysa hayatta daha yapmadığın onlarca şey var.Yatmadığın insanlar,sevmediğin tatlı adlarını art arda söylemek,düşünmediğin kuş türlerini saymak...
Nasıl ki konu kaygısı çekmeden yazıyorsam yazımı,insanda yaşam sıkıntısı çekmeden yaşamalı artık.Gayri ekmek martının ağzında!

25.10.2010

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Köydeyim,şimdi uyanmışım


Şimdi uyanmışım,köy havası,türlü kuş sesleri,belirsiz bir rahatlık,bilinmeyenin verdiği hafif gerginlik,sonra şehre dönecek olmanın verdiği gerginlik...Biraz daha huzur bulurum ya da rahatlama şeklime boyut kazandırırım diye alıyorum elime netbookumu,şehrin nimetiyle köyün dinginliğini birleştirmek adına açıyorum en ‘Glory Box’undan bir ‘Portishead’ ,ufaktan çala dursun müzik,önceden yazdığım bir metini okumaya başlıyorum.Sağ önümde ayağını koltuğa uzatmış dayım,yanımda erkek kuzenim.Uyku mahmurluğunu bir de çalan müziği paylaşıyoruz o an.Hayatın bazı kesitleri bu kadar basit olmalı diyorum içimden.Şairane tavırlar sergiliyorum Niksar’ın Şıhlar Köyünde,unutulmaya yüz tutmuş bir köy evinde.İnsanlarla beni son gördükleri zamandan kalma bir tanışıklık içinde,her muhabbette eski ve samimi bir koku,her adımda bir akraba.Yeri gelmişken söyleyeyim burada kişi başına düşen akraba miktarı bir hayli fazla,o yüzden cebinize fazladan beş on selam doldurarak yola çıkmalısınız.Sonra her yol parise çıkabilir buralarda ama Anadolulu Parislere.Paris dediysem...Ne demek istediğimi tam anlatamıyorum sayın okuyanım.Anlatım bozukluklarımı köyün bünyeme etkisine verebilirsiniz,köy alınmaz.Alınma zamanlarını neredeyse doldurmuş sevimli ihtiyar topluluğu mevcut burda.Her hallerinde özümde gizlenen bir şeyler var ama diyorum ya şimdi uyanmışım...Müziğin verdiği aykırı hava,üstümde şair kokan ne varsa dayımın şu cümlesiyle dağılıyor boşluğa:

-Himmet’e masat verdik mi?

Evet diyorum,burada Himmet abi var,Masat var,neyin tribindesin oğlum!Ne bu netbooklar,Portishead’ler...Köydesin,versene kendini kuşa böceğe.Burada İstanbul’a “Allahın s.ktir ettiği yer!” diyen ihtiyar bir amca var.İroninin kralı var.Bir zamanlar milletin efendisi olan köylüden arta kalan zeki söylemler,hafif sitemler,hayatın kısmi yalnızlığından bir şeyler var.Kapat şu netbooku.İşte tereyağı kokuyor,inek sütü içeceksin az sonra.Saat kaç bu arada?Bilmiyorum.İlgilenmiyorum,ne prova gözümde,ne plan proje...Köydeyim,şimdi uyanmışım...

11.07.2011

5 Temmuz 2011 Salı

Ya verseydi babası...


Otobüsün kliması yoktu.Camlar sonuna kadar açılmış,yine de trafikte duraksaya duraksaya giden otobüsün içindeki hararete engel olamamıştı.Ayakta duran yolcular oturanlara imreniyordu,bense yürüyerek otobüsü geçen yayalara imreniyordum.Karaköy trafiğine yakalanan otobüste,istanbul neminin boğucu sessizliği hakimdi.Sessizliği arka koltukta,baba kucağında oturan çocuğun sorusu bozdu:
- Baba,otobüs durduğunda yanından araba geçince geriye gidiyormuş gibi oluyor neden?
Babası vakur bir gülümseyiş fırlattı,okumakta olduğu kitabın kaldığı yerine parmağını sıkıştırdı ve...
-Buna bağıl hız denir yavrum.
-Bağıl hız nedir baba?
-Farklı yönlere giden nesnelerin her birinin hızı diğeriyle hızının toplamına eşittir.
-Nasıl yani baba?
-Örneğin biz 30 km hızla gidiyorsak,yanımızdan ters istikamete giden 30 km hızda bir otobüs daha varsa,biz o otobüsün hızını 60 km görürüz.
-Neden?
-Bu bir fizik kuralıdır yavrum.Zamanla daha iyi anlayacaksın.
-Sağol baba.
Çocuk tamamen aydınlanmış,yaka basa terleten sıcağa rağmen babası ona açıklama yapmaktan korkmamış,bir çocuk daha özgürce cevap alma hakkını kullanmıştı... Demek isterdim...
Böyle olmadı sayın okuyanım.Ben çok istedim ama olmadı.Olamadı.İşin aslı:
- Baba,otobüs durduğunda yanından araba geçince geriye gidiyormuş gibi oluyor neden?
Babası oralı olmadı ya da istese de oralı olamıyordu,belki cevabı bilmiyordu,belki cevap umrunda değildi.Kısa bir sessizliğin ardından;
- O arabanın modeli Megan.Ben de ondan almak istiyorum.
- Al baba.
- Çamurluğu eğilmiş gördün mü?
- Aaa,eveet.
- Onun çamurluğu dışarı doğrudur.Şoförler alışamadığı için sağa sola vururlar hep.Ben olsam hayatta vurmam.
- Sen vurmazsın ki...İ.E.T.T. ne demek baba?
- İneklik etme taksi tut.
Babası kocaman bir kahkaha attı.Çoçuk espiriyi çocuk olduğundan anlayamadı.
-Biz inek miyiz baba?
-Hayır,o şakadır,soranlara öyle denir.
Baba oğul muhabbetlerine devam ededursunlar,beynim de hezeyanına ara versin diye taktım kulaklıklarımı,başlattım müziği.
Adamı düşündüm,onun babasını,1980leri,yasakları,cevapları,cevapsız kalan soruları.Çocuğu düşündüm bir müddet..Acaba çocuk büyüyünce kim olacaktı? Nerde okuyacaktı? Bilgiyle dolu hiç bir kitap ilgisini çekecek miydi? Ya cevabı,ya verseydi babası?O zaman çocuk...

5 Temmuz 2011

16 Nisan 2011 Cumartesi

Öyle abla...

Bazen verdiğimiz cevaplara şaşırmadan edemiyorum.Özellikle kapitalizmin temelini oluşturan küçük işletme sahiplerinin verdiği spontan cevaplar beni benden alıyor diyebilirim.Lafı fazla sancılatmadan cümlemin başladığı olaya gelmek isterim.
Bir gece vakti dibimin rahatını bozup,semtimin bana en yakın bölümündeki bir internet kafeye çıktı almaya girmiş bulundum. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar açık olan,mahallemizin yerel internet kafesine dalar dalmaz,tanıdıklara tasarruflu birer selam çakıp,internet kafecinin makamına buyurdum.Aradaki mesafeyi koruyarak, Klark kent görünümlü işletmeciye kafeye giren herkesin sorabileceği “Çıktı alınıyor mu burada” sorusunu yönelttim.Koltuğa yaslanıp,küllükteki sigarasını zarifçe ağzına şeetiren,hafif üzgünleşen çakma Klark Kent ağabeymizin,dramatik “Artık çıktı almıyoruz biraderim” cevabını bir kafa hareketiyle savurarak,mekanı kurtlar vadisi ağabeyleri klasında terk eyledim.Çıkar çıkmaz kafam karıncalandı,tespit yapmadan duramadım.Klark ağabeymizi çıktıya tövbe ettiren olay ne olabilirdi? Çıktı mevzuunun ardındaki giz hangi olaydı?Kurcalamadım,çıktım kafeden bir diğerine yol aldım.Diğer kafeye girer girmez makama yöneldim.Kocaman bir monitörden başka kimnse yoktu,etrafa baktım tüm masalar açık ama hepsi boştu.Ne yalan söyleyeyim tırstım,bir japon korkusunun içinde hissetim kendimi.Tam götüm götüm kaçmak üzereydim ki monitörün arkasından bir ses geldi, “buyrun!” bir bayan sesiydi bu.Monitöre yaklaştım arkasına bakmak için eğildim,eğilir eğilmez heyecanla,hobit boylu bir kadın fırlayıverdi.Fena tırstım,hemen öttüm; “Hala çıktı alıyor musunuz?” Bu seferde bu 1.50’lik ince sesli bayan , “hala” ekine takıldı.Bir an duraksadıktan sonra cevabını verdi, “Alıyoruz”. Telefonla konuşmakta olan cüssem,talep-fiyat mevzunu atlamış bulunup yedi sayfalık çıktının onayını verdi.Biraz oturdum,kadın esli hareketlerle çıktı olayını halletti.İşinin görülmesinin rahatlığıyla neşem yerine gelmişti ki,kadın 7 lira çıktı ücreti söyleyince geri kaçtı neşem.Cebimde 5 lira vardı,çıktının bu kadar pahalı olmasının anlamı yoktu,işte bu anda aşağıdaki diyaloğu kurmuş bulunduk;

“Ben - Pahalı değil mi?
O- Hayır
Ben- Daha önce çıktı aldıran oldu mu?
O - Evet
Ben - Peki yüzlerinde bu ifadeyi gördün mü?
Yine O - Evet
Ben - Şuan içimden neler geçtiğini biliyor musun?
Malesef O - Evet
Ben - Benim yerinde olsaydın sen ne yapardın?
Hala O – Verirdim.”
Pek sokratesçi giden mahallemizin jargonunun pek üstündeki sakinlikteki bu konuşma şu soruyla tıkandı.

Kesin Ben - Neden?

Ablanın verdiği cevap mahalle tarihimize geçmiştir;

O abla - Öyle...
Ben - Ne öyle,
O abla – Öyle.Yedi lira

Abla bu fiyattan bir doğa olayı,bir sel felaketi gibi bahsediyordu,sanki bu fiyatı doğa kanunları belirlemişti.Sonra aynı çıktıdan aldığı A4 kağıdını gösterdi duvarda, “Çıktı 1 tl,renkli 3 tl ” yazıyordu.Renkli diye bahsettiği şey,renkli çıktı olmalıydı.Bu kadar taklaya gerek olmadığını belirtmek için,ablacım neden bu kadar pahalı dedim.Yine “Öyle” dedi.Serbest piyasa ekonomisi sırıttı köşede,özal nah işareti yaptı rüyamda.Sonra Nihat Doğan izledim sörvayvırda,pek güldüm,anneme sordum, “Neden böyle olmuş bu adam?” dedim “Öyle”dedi...

16 Nisan 2011

8 Mart 2011 Salı

Canım Torbam'a buradan sesleniyorum...


Bayağıdır yazmıyordum sayın okuyanım.Yazasım geldi,hazır da evdeyken yazayım dedim.Evde olmamın sebebi,keyfiyet değildi bu sefer.Sabahın altısında hareketsiz uyandım.Doğrulmaya çalıştım doğrulamadım. "Boynum" dedim, "Boynum tutuldu!" Sonra acil servisler,hastaneler,ilaçlar sıcak sular,fön makineleri... Hiç bir şey paklamadı beni.Ee bir kere tutuldunuz mu ,kolay kolay bırakamıyorsunuz bu meredi. Siz siz olun uyurken kafanızı fazla yormayın...Yormayın dedimse mecaz falan değil,sağa sola bükmeyin,dik tutmayın,nazik davranın,sevin onu.Çünkü ona çok muhtaçsınız.Buradan boynunun önemini bilmeyenlere sesleniyorum.Ey boynu kıldan ince mecazını anlayamamış kişilikler! Boynunuzu seviniz,ona ehemmiyet gösteriniz,bir dediğini iki yapmayınız! Boyun olmadıktan sonra ne önemi var başın! İnanın kaldıramıyor insan başını.Yatakta 1.80 uzanıveriyor.Öyle keklik gibim kalıyor.Geyik gibi tutuluyor sabahın ilk ışıklarında.

Yirmi dört yaşına kadar boşuna yaşamışım,hayatta daha önemli şeyler varmış.Onlardan birini fark ettim mesela,daha bu sabah,yeni tanıştım onunla.Sıcacıktı.Belimi ısıttım onun sıcaklığıyla,boynumu açtım azıcık.Tahmin ettiniz zaten bu şeyi ; Sıcak su torbası... “Neden” dedim, “Neden bu yaşıma kadar seninle tanışmadım.Boynumu sarmalayışını,sırtımı yumalayışını,elimi kolumu keyiflendirişini neden tadamadım benim canım sıcak su torbam!”

Sana da tavsiye ederim sayın okuyanım.Hemen en yakın eczaneye gidip,evcil sıcak su torbanızla tanışın.Cüzzi bir miktarda edinin bu sevimli dostu.Evde ona anılarınızı anlatın,kızdığınız şeylerden bahsedin,en son da hayallerinizi açın ona ve nazikçe kaynattığınız suyu içini boşaltın.Sarılın sımsıcacık torbanıza,oranıza buranıza tutun onu.Korkmayın,hiç kimselere söylemez yaşadıklarınızı.Unutmayın,bu soğuk istanbul zamanlarında,boynunuzu sarmalamayı,sıcak su torbanıza sarılarak uyumayı.Ben ettim,siz de edin.

Bu arada bugün, Dünya Emekçi Kadınlar Günü.Tüm kadınların ve kendini kadın hissedenlerin bu buruk günü kutlu olsun.

08.03.2011