31 Ekim 2010 Pazar

Sapıtmamak elde mi...


Şu soğuk ekim akşamında,bir yerlere yetişme kaygısıyla arkasında yürüdüğüm melake,altın saçlarıyla,bir yunan heykeli gibi,edebi bir güzellik taşıyor.Bu da bir yana,etrafındaki erkeklerin mülteci bakışlarını da rehin almış durumda.Onlarca benzetme kurban edilebilir böylesi kalıcı bir bedene.Her anlamda kalıcı olsmasını biliyor.Zihnimdeki kalıcılığı onu unutamamazlığımı vurguluyor.

Acaba bunu doğuştan mı taşıyor?Yoksa bir platin ameliyatı gibi,soradan mı nüfuz etmiş kısrak bedenine.Yine bilemiyorum.Şuan tecrübeli bir sapık gibi bu kadını takip ediyorum.Daracık mavi kotumsu taytı vücudunun hatlarını vurguluyor.Kararlı adımları ve bir balık gibi süzülerek yürümesi,avcı alt benliğimi uyarıyor.Bu anda ben ilkelleşiyorum.Oltayı kapıp,çapariyi kızın derinliklerine fırlatmak istiyorum.Ya da tüy kaplı bedenimle,elimde mızrak,kafamda ten kokusu,et kesmek istiyorum.Bir bizon gibi avlayıp,balık gibi rakıyla tüketmek istiyorum bedenini.İnceecik beli,90-60-90 bazında vücut ölçülerine uyumlu dik göğüsleri "erkekliği" irdeliyor.

Sessiz ol sayın okuyanım,nefes sesini duyup bakabilir.Korkum beni sapık sanar falan diye değil.Arkasını dönüp yüzünü gösterebilir.Düşümdeki yüz imajını yerle yeksan edip,hayalimdeki sesi çıkarmayabilir(!) Eğer konuşursa içinden dimağımdaki kadın çıkmayabilir.

Sadece sessiz ol ve onu takip edelim.Belki bizi biryere götürür... Onu arzuladığını söyleme.Lafı kıvırıp yanındaki kıza yazıyorum tribine de girme! Yanındaki çıtırı şimdiye kadar fark etmedin bile.Hayır,düşündüğün gibi değil.Bir yere götürürden kasıtım cinsel değil... Belki bizi bir defineye götürür ya da sucuk kokan bir eve.Belki ekmek sıcaklığında kardeşleri vardır,camında buğ olan bir odası.Başucu kütüphanesinde bir Bukowski kitabı vardır belki? Eski melankolik erkek arkadaşının hediyesidir ve hiç okumamıştır o kitabı!Olamaz mı?Olabilir.Onun da anası babası vardır,onun da okul taksidi,telefon faturası vardır.O da bizim gibi insandır...

Ne yazık!Bunları hiç düşünmeden seksüel bir obje olarak gördüğümü düşündün kızı.Ben onun yaşamına nüfuz etme riskini taşıyorum şuan.Hala arkasında yürüyorum bu prensesin.Herkes ona baktığımı sanıyor,oysa sarktığım gölgesi.Gerçekten çok seviyorum onun bendeki imajını; gerçekten çok,hayalden az.Şimdi söyle bana okur,sapıtmamak elde mi? Cevap verme sus,tabi elde.

31 Ekim 2010

29 Ekim 2010 Cuma

İşi gücü bıraktım kendimi buldum


İşi gücü bıraktım bilgisayarın başına oturdum.Her tarafta kitaplar,defterler...Kitaplığımı düzenlemiştim ama kitaplığın dışındaki herşeyi düzensizleştirmiştim.İnsan böyledir işte dedim.İyi bir şey yaparken diğer şeyleri kötüleştirir.Misal bir fabrika ; Onlarca insanı ucuza giydirip,soğuktan dübürlerinin donmasını engellerken,atık sularıyla da doğaya giydirmeyi(!) başarır.Odanın boşluğuna savuruyordum cümlelerimi.Kedim geldi,uzun uzun bağırdı.Sanırım görüşünü dile getirdi.Anlayamadım onu.Konuyu dağıtmayayım sayın okuyanım,zaten ayda yılda bir konum olmuşken...

Aslında biliyor musun sayın okuyanım,ben hiç de fena bir adam değilim.Ben fena duygusalmışım mesela.Hayır,birinden öğrenmedim bunu.Kitaplığımı düzenlerken eski ajandalar buldum,orta okulda ve lisede karaladığım yazılar çıktı içinden.Onları hayırsızca,ajandanın arasında unutmama hiç bozulmayan bu yazılar,yıllar sonra kendimi yeniden keşfetmemi sağladı.Ben iyi bir çocuk muşum be! Kime yazdığımı unuttuğum aşk şiirleri,içten tespitler,mizahi anı yazıları beni hayrete attı.Bu hayrete atılır atılmaz acayip başka biri gibi geldim kendime.Uzun süredir ilk defa kendimi sevdim.Ne güzel şeymiş kendini yıllar sonra bulmak!Ne güzelmiş kendim.Yırtık bir dosya kağıdında bulduğum şiiri paylaşmak istiyorum seninle ey benim güzide okuyanım.Orta okulda yazdığımı altındaki tarihten öğrendiğim bu şiiri 13 yaşında karalamışım.İsmi “Yorumsuz” kendi de...

Çevreye bakıyorum,
Kimi mutlu,
Kimi mutsuz,
Kimi ise düşünceli
Ama hepsi aynı
Ne farklı biri
Nede aykırı
Sonra hoca giriyor içeri
Bakıyor kararsızca
Ne heyecanlı
Ne mutlu
Derken geçiyor
Bir gün daha okulda
Kim bunlar derseniz
Kimse!
Yalnızca birkaç etkisiz insan.

Ben işte böylesine üçüncü şahısmışım,böylesine uzakmışım insanlara.Ne acayip çocuk muşum? Acaba pipo falan yakışır mıydı elime diye düşünüyorum,olmuyor,parmaklarım küçük kalıyor.Ne desem olmayacak şimdi,biraz buruldum,azıcık duruldum.Bu arada elekrik gitti geldi.Dışarıdan kamyon geçti.Kedimi sevdim biraz,biraz eski kendimi.İnsan geçmişini unutabiliyor bazı.Sonra bir kitaplık düzenlemesindeyken buluyor saklı geçmişini.Etrafta kitaplar,defterler,eski ajandalar,yarım bardak soğumuş kahve... Şu halime bak sayın okuyanım,İşi gücü bıraktım kendimi buldum,hemen bilgisayarın başına oturdum.

29 Ekim 2010

21 Ekim 2010 Perşembe

Tartıcı Çocuk,lüzumsuz yazar



Saat öğlen üçü vurmuştu.Yine bir yere geç kalmıştım.Neresi olduğunu merak etme bir zahmet okur.Zaten geç kalmanın verdiği adrenalinle koşar adımım.Bir de senin meraklı tutumunla sıkışmak istemem.Hem insanın geç kaldığı yer önemli değildir.Eğer önemli olsaydı geç kalmazdı bu insan evladı.Bir astronotun roketin fırlatılmasına geç kaldığını gördünüz mü hiç? Göremezsiniz öyle şeyler çünkü hiçbir astronot metrobüs kullanarak gitmez üste! Ve bu roket fırlatma olayları pek sık yaşanmaz.Sık yaşanmadığı için önemlidir ya.Her saat başı roket fırlatılsaydı canım ülkemde önemsemezdik o zaman,sıradan gelirdi; aynı metrobüs seferleri gibi.Lütfen okuyan,lütfen! Metrobüs seferleri önemlidir demelisin içinden.Yazarın bu son cümlesi yersiz olmuş demelisin.Geç kalmanı sağlayan metrobüs seferlerinin seyrek olmasıdır,artık Zincirlikuyudan aktarma yapılmasıdır,gideceğin yerin önemsiz olması değildir! Demelisin ama işte dedim ya sen okuyansın bende yazan.Aralara ne cümle sıkıştırsan eklektik kalacak yazınıma.Üstelik gerginim de biraz.Yumuşamam gerek.Öyleyse yeterli beyin fırtınası yapılan bu gereksiz uzunluktaki girişten,öyküye kaçalım hemencik.

Saat öğlen üçü vurmuştu.Geç kalmış bünyem,koşar adım ilerliyordu durağa.Etrafta,seyyar satıcılar fuar kurmuş,en güzel türkülerini dillendiriyorlardı.Çiğ köfte dürümün piyasa değeri 1.50 Lira’dan,kağıt mendilinse 50 kuruştan başlıyor,tüketicisine en seyyarından,pek samimi ulaşıyordu.Bu gayet makul kıymetler borsa pazarında bir sotede,makul olmayan bir satış politikası gözüme ilişti.11-12 yaşlarında tartıcı bir çocuk,sotesine kurduğu gazete tezgahının üstüne tartısını ters koymuştu.Bu tutumun sebebi neydi? Bu minik bünye,kimi,neyi,neden eleştiriyordu?Ya da amacının bu olduğuna hemen nasıl karar vermiştim? Çocuğa dikkatli baktım.Aydınlandım benim cici okuyanım.Minik esnaf eline aldığı küçük dondurmayı bir son bahar gününde,üstelik de yağmur ciselerken yalım yalım yalıyordu.Gözlerin kapatarak,yanından geçen aceleci kalabalığa aldırmadan,gayet çocukça.Ticareti tırmalayan elleri,soğuk bir dondurmanın stik çubuğuna tutkundu.Bir süre önce "tartalım abi" diye bağıran o dudaklar şekere hasretti.Bir dondurma bitimliğine de olsa,bir müddet dükkanını kapatmıştı.Onun kepengi yoktu,ne de bir kepengi kapamaya yeter uzunlukta boyu vardı.Sadece bir tartımlık tartısını ters çevirme lüksü… Küçük çocuğun büyük tutumu dikkatimi ağlattı.Çok üzüldüm,çocuğun durumuna değil,benim bu güne değin tartıcı bir çocuğun tezgahı kapatıp,müşteriyi geri çevirme hakkının olduğunu düşünemememe üzüldüm.Çoğusu fark etmedi,bir yerlere geç kalmamak için metrobüse koştu.Ben fark eden o azınlıkta mıyım onu bile bilmiyorum.Sadece koşma hevesim kaçtı.Bir müddet keyif alarak çocuğun ziyafetini izledim.Nereye geç kaldığımı önemsemedim.Bu minik esnafın,duruşunu önemsedim.Çünkü hiçbir metrobüs geçidinde,hiç kimse,böylesine keyifle yemeyi hak etmemişti stik dondurmayı.

21.10.2010

16 Ekim 2010 Cumartesi

Tabiri caiz olmayan rüya


Çok sinirlenmiştim çok.Kafamı yastıktan kaldırır kaldırmaz bir küfür düştü dudağımdan: “Pezevenk herif!”.Rüyamın etkisine öylesine kaptırmıştım ki kendimi,gerçek hayata döndüğümde de bu tavrımı korumuştum.Daha da garibi tavrımın arkasındaydım.Aslında hiç yaşanmayan bir olayı Reha Muhtar çakması bir sunucu gibi uzattıkça uzatıyordum ve ucu gerçeğe dayanmaya başlamıştı.Rahatsız oldum sayın okuyanım,tırsık attım ve tavrımın arkasında duramadım.Ama işin aslını öğrenince sen de neden tavrımın arkasında durmadığımı anlayacaksın.

İnsan rüyasında; uçtuğunu,bir film yıldızıyla seviştiğini,15 metrelik bir pamuk şekerinin üstüne düştüğünü ve şekeri bir solucan gibi yiyerek tabana ulaştığını görmeli,yani güzel şeyler.Ha ille de güzel olmayacaksa bir seratonin fakirliği söz konusuysa da zorlu kabuslar görebilir.Bunun çeşitlemesini yapmayacağım.Hep iyiden güzelden yanayım,diyorum ya fazla aldanma sen bu yazara sayın okur!Lafı yine gevezeliğe vurdum,rüyama geçeyim.

Geçenlerde sorun yaşadığım bir arkadaşımı gördüm rüyamda.Benim için büyük insanlık için çok da tın bir sorundu bu.Mesleki diyelim ve bal kıvamında süzülelim mevzuumuzun içine.Burada belirtmek istemediğim nedenlerden ötürü sorun yaşadığım bu arkadaşım yolda bir tanıdığımla yürüyor.Bende ne hikmetse üstlerinden uçarak onları takip ediyorum.Takip mesafem yerden 3 metre yükseklikte.Rüya benim olduğu için prodiksiyondan kaçınmadım anlayacağınız.Arkadaşım mesleki sorunumuza neden olan mevzuu hiç yokmuş gibi yanındakiyle sohbet ediyor.Uçarak prodiksiyondan kaçınmadığım rüyamda,senaryo konusunda sıkıntı yaşanıyor ve çok STV tadında ilerliyor muhabbet,gayri gündelik.Bir cümle içinde sinir olabileceğim bütün kelimeler ve yüklemler kullanılıyor.Sinirimden uçarken bıyığımı buruyorum,birkaç teli koparıyorum.Öyle Süpermen gibi de uçmuyorum ha bir el önde falan değil,bir ele bıyıkta diğeri cepte.Derken mevzuu aramızdaki sorunun ham maddesine geliyor.Arkadaşım bitirici hamleyi yapıyor ve büyük yavşak tavrı çiziyor rüyamda.İki yüzlülüğünü gördüğüm bu arkadaşa müthiş sinirleniyorum.Öfkeyle bıyığımı burarak konuyorum arkasına.Tam o anda beni şimdiye kadar neden fark etmediğini düşünüyorum ama bu kaçınılmaz sona engel olamıyor.Rüya benim kime ne! Bana böyle demiştin gibisinden bir cümle sallıyorum arkadan.Dönüyor pişkince bir cevap veriyor.Benim el bıyıktan ayrılıyor arkadaşın suratında yumruk olarak değer kazanıyor.Derken cepteki elde arkadaşın göğüz bölgesine misafir oluyor.Bir müddet demir yumruklarım arkadaşın vücudunda geziniyor.Yanındaki kötü rüya oyuncusu arkadaş öylece bakıyor.Bakışına kıl olup “Kaybol” diyorum nazikçe.O da kırmıyor bir anda buhar olup uçuyor.Gün benim günüm dostlar diyerek,Allah ne verdiyse girişiyorum arkadaşa.Duruyorum aniden.İnanamıyorum gözlerime.Arkadaş ölüveriyor öylece.”Ulan” diyorum içimden, “ulan insan arkadaşını döve döve öldürür mü?” Rüya bu yapacak bir şey yok her şey makbul.Ölen arkadaşımdan hıncımı alamayarak basıyorum cavlağı.En orijinal küfürlerimi sıralarken uyanıyorum ve bahsettiğim tavrı yaşarken buluyorum kendimi.İşte yazının başına döndük sayın okur.Şimdi ben bu tavrın arkasında nasıl durayım(!) Duramam arkadaşım duramam,öldüremem seni reelde! Ne diyeyim, beni hep bu Metrobüsler mahvetti.

16 Ekim 2010

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kuzguncuk Sabahı


Uzun süredir böylesine hafif uyanmamıştım güne.Bir akordeon melodisi duyuyordum.Hafifçe göz kapaklarımı araladım.Evin içinden gelmiyordu ses.Dışarı uzattım kulağımı.Ses şehrin kalbinden,sokaktan geliyordu.Zarif bir Fransız ezgisi çalıyordu üstat.Bu ana kadar hiç düşünmemiştim Fransızlığın bir semte bu denli yakışabileceğini.Kuzguncukta,kurşuni bir bahar sabahında,çok Fransız bir ezgiydi kulağıma çalınan.

Bir semti ötekilerden ayıran en önemli şey,iklimi,konumu,planı olmayabilir bu zamanda.Belki sade bir akordeon sesidir uyandıran.Belki türkücü bir dilenci ya da bilinmeyen bir tıkırtısıdır.

Kuzguncuktaki çok şairane uyanma anekdotumu bir kenara sallayıp.Provaya doğru yol alıyorum.Nedendir bilinmez,bir parçamı bu semtte bırakasım geliyor,bırakamıyorum. Hemen bu ferahlığı yitirme korkumu geride bırakıp evden çıkıyorum.Üstümü başımı giyip atıyorum kendimi sokağa.Akordeon sesi gelmiyor.Sadece bir boğaz uğultusu var şimdi,öylesine serin,öylesine metinim ki adam olasım geliyor.Arnavut kaldırımlı sokaklardan,cumbalı ahşap evlerin yanı sıra yürüyorum.Sanatçı olduğumu hissediyorum uzundur ilk defa,üretmem gerektiğini ama dedim ya hafif serin bir Kuzguncuk sabahındayım.

Evlerin ahşaplarına yağmur deymiş ahşabın o özel kokusu eşlik ediyor.Arnavut kaldırımları ıslak ve kaygan.Her şey yokuş aşağı gidiyor sanıyorum.Bir Kuzguncuk ferahlığıyla,İstanbul yokuşlarında,martılar dahi aşağıya gidiyor.Derken bu enfes yokuş bitiyor.Bir mahalle havasına bürünüyor semt.Yol boyunca butik dükkanlar,tekel bayileri,küçük kahvehaneler ve bu semte en çok yakışanı;pastaneler….Çünkü böyle semtlerde aşkların en safiyanesi yaşanır,insan böyle semtlerde liseli gezmek ister ve mahallede top oynamak.Derken bir dükkan takılıyor gözüme.Dükkanın alçak camının önündeki yükseltide kuru kedi mamaları,iki kap su.Dükkanın camekanını içine bakıyorum.Eski stereoskoplar,30-40 sene önceden kalan enjektörler,tansiyon saatleri ve pek çok müzelik tıp ekipmanı.Başımı kaldırıyorum.Tabelayı görür görmez kesinleşiyorum Dr. (...) Bu bir mahalle doktoru! İçeride yaşlı bir doktor önlüğüyle yanındaki genç asistanı kareli süveteriyle oturuyor.Yaşlı adam tüm ağırlığıyla mahalle berberi olmanın ağırlığı taşıyor.Üstündeki süveterden anladığım kadarıyla asistanı da bu ünvanı hak ediyor.Onun gerçek bir mahalle doktoru olduğunu,alışmış,dingin birkaç mahalle kedisinin kuru mama ve sudan nasiplerini almak için vitrine atlamalarından anlıyorum.Tekrar tekrar,garip bir kıvanç duyuyorum,bu mahalle doktorundan.

Onun çayı bizimkilerden tatlıdır,geç soğur.Yelkovanı,yavaş kovalar akrebini.Zamana dair ne varsa bizden ağır işler.Çünkü bir Kuzguncuk masalıdır onun yaşadığı.Hiç tanımadığım birine böylesine saygı duymamı ve yaptığı işi özümsememi sağlayan nedir?Basit bir Kuzguncuk sabahını paylaşmak mıdır?Akordeon sesi midir?Boğaz hışırtısı mı?Yoksa zamanın gerisinde kalmış bir Arnavut kaldırımlı sokak mı?Yağmurlu güne sıcacık yaklaşma hissim midir? Bilemiyorum ama kıskanıyorum,kuzguncukta yaşayan tüm formları.

11 Ekim 2010

5 Ekim 2010 Salı

Bir berber öyküsü


“Almanya’da olsaydın…” dedi, “Kapışılırdın,kapışılırdın !”
1.65 boyunda,kara kuru bu berber kalfası,kıs kıs gülerek,zarifçe bir övünmeyle,yanındaki berber ustasına anlatıyordu.
-Benim kuzen dedi.”Almanya’da olsaydın sen,Alman karıları seni kapışırdı!”
Saçlarımı tıraş eden işinin ehli berber,bıyık altından güldü.Cevap verdi:
-Deme lan!
Bir süre sessizlik yaşadık.Berberin ritimli makas şıkırtısını izledim.Kahkülümden kopmuş bir bukle düştü kucağıma,aldırmadım.
Kalfa:
Ayşe’yi bir kapacam arkadaş,Moda’da çimlerin üzerine uzandı mıydı…Yanığım be arkadaş.
Berber Hafif mahcup :
Onun görüştüğü varmış ya la,ne diyim…
Kalfanın elindeki makas düşecek gibi oldu.Masasının üzerindeki soğumuş çayından bir yudum aldı kalfa:
-Essah mı la?
Berber :
-Bizim Rüstem görmüş,boğanın orda…
-Kısmet. dedi kalfa.Gereksiz bir gülümseyişle geçiştirdi bu kelimesini.Derin bir sessizlikle işlerini yapmaya koyuldular.Dışarıdan bir korna sesi geldi.Bir martı haykırdı.Araba martıyı ezdi sandım.İrkilmemle berberin beni koltuğa itmesi bir oldu.Onlara baktım,hiçbir şey sanmamışlardı.Sanırım onlar uzun süredir bir şeyler sanmamışlardı.Bunun eksikliğini de hissetmiyorlardı.
-“Almanya’da olsan,kapışılırdın” dedi bizim kuzen,”Almanya’da olsaydın…”
-“Çok mu geç kaldım lan?”

05 Ekim 2010

Guduk seven çocuk


Pencerenin pervazına dayandı.Ufka doğru bir bakış fırlattı.Denizin grimsi rengine,gün batımının şarap kızıllığına,alacalı bulacalı martı seslerine bakar gibi,derin bir dikkat barındırıyordu gözleri.Oysa hakikat çoğu zaman gerçekten farklıdır.Ama biz müthiş bir insaniyetle,hep görmek istediğimiz gibi görürüz gerçeği.O da aynı azimle;etrafı kaplamış gri bina yığınlarına,yeşilini yitirmiş çamlara,egzos dumanlarına,gürültüye bakıyor sanıyoruz ya;değil! O istediği İstanbul’a bakıyor.Asla bilememenin kasvetiyle onun İstanbulunu,saçmalayacağız çaresizce.Avunacağız.Annemizi doğduğumuzdan beri yitirmediğimiz o güvenle kucaklayıp,komşunun bir model yükselttiği arabadan bahsedeceğiz.Komşumuza öyküneceğiz,ama asla pencere pervazına dayanmış bu yeşil gözlü,sarı saçlı,buğday kokuşlu delikanlının istanbulunu bilemeyeceğiz.Ne yazık!
Onu hep mavi ama yer yer gri çizgili,eskimiş eşofmanıyla ;elinde ekmek poşeti,ayaklarında parmak arası terlik,kaldırımdan geçerken görürdüm.Boynunu kısarak yürür.Üstüne geçirdiği eşofmanın yakalarını kaldırmaya çalışırdı.Havalara dargın olduğunu yürürken ağzından belli belirsiz çıkan küfürlerden anlardım.Ekmeklerin baş kısmını,bakkalın önüne çıkar çıkmaz itinayla koparır.Ağzına atar,sanki biri kovalıyormuşçasına yürümeye başlardı.Bu durumu çok sonraları fark ettim.Bir gün yanına yaklaşmış,onu tanımamanın verdiği cesaretle,” Birader; bu ekmeğin başlarını koparıp mı veriyor bu bakkal,yoksa sen misin bu işi yapan?” diye sormuş,akabinde “ Guduk severim ben ağabey,guduk.” cevabını almıştım.Guduk?Güdük değil,guduk.Herhalde ekmek başına guduk diyordu bu çocuk,yada bir takım insanlar.Şimdiyse apartmanın üçüncü katından metropole bir okyanus ferahlığında bakıyordu.Yüzünü bir gülümseme kapladı.Elini cebine attı,bir bakkal fişi çıkardı.Özenle katlayarak bir şey yaptı.Bu kez yüzünde bir tedirginlik vardı.Elindeki şeyle vedalaştı ve onu boşluğa bıraktı.Nereye düştüğüne bakmadı bile.Yüzünü tarifsiz bir huzur kapladı.İçeri girdi sonra,belki elini yüzünü yıkadı iyice hissetmek için okyanus kokusunu,muhtemelen yanıldı.Klor kokardı bizim oraların şebeke suyu.Hemen fırladım attığı şeye ulaşmak için,içimi bir meraktır kapladı.Tel örgüden atladım.Apartman boşluğuna girdim,onu elime aldım.Özenle yapılmış kağıttan bir gemiydi.Acaba,acaba hangi okyanusun ucundaki,hangi kimliğe yollamıştı bu gemiyi? Acaba o da guduk seviyor muydu?

05 Ekim 2010

4 Ekim 2010 Pazartesi

RAHAT HAT,KURUKAVUN VE GENELLEMELER



Bölücülük meselelerine kafa yorduğumuz,televizyonlarda tartıştığımız,gazetelerin manşetlerinde her sabah yitirenleri gördüğümüz ve ağıtlandığımız günlerdi.Bakanların başı daha ‘one minutes’ diyerek ülkemizi Davos’ta temsil etmemiş;belediyeler,ileride seçim olacağını ve Türkiye’nin yaşayanına hizmet için var olduğunu fark etmemişti.Şimdi seçim adayı olan tüm AKP’li politikacıların kafası dana mı,koyun mu kessek mevzuna kilitlenmişti.Tüm yurdu etkisi altına alan bayram sirkülasyonunun mağduriyetini trafiğe takılarak çeken vatandaşımız,acısını yol kenarlarında kurban keserek hafifletiyordu.Belki de bölücülük meselesini bir başka yorumlayan vatandaş,çözüme ilk olarak kurbanını bölerek yaklaşıyordu.O günlerde,neden ‘milletçe bir kafa’ olamadığımızın cevabını,milletçe kafamızın güzel olmasına bağlıyordum sayın okuyanım.
Tespitimin tarihçesine ufaktan değinmek isterim.Bayramlı bir cumartesi sabahı tatlı uykumdan telefonumun sesiyle uyandım.Güne merhabayı gavurcasından telefonun ucundaki şahsiyete ve artık kendi fantezim olduğuna inandığım telefon dinleyicilerine yönelttim.Babaannem şahsımı Ankara’ya,kendi bayram coşkusuna katılmaya davet ediyordu.Büyüğümü kırmayıp ertesi gece yola çıtım.Ulaşmak için kamilin Koç olduğu otobüs firmasının daha önce denemediğim rahat hattını tercih ettim ki,kendi içimde yolculuğumu bir deneysellikle süsleyebileyim.Rahat hattın özellikleri şunlar;Cep telefonu kullanabiliyorsunuz,Kablosuz internet mevcut,koltukları alıştığımız samimiyetten uzak, normalden büyük.Öyle ki yanınızdakini kafanızı doksan derece çevirmeden rahat göremiyorsunuz.N.Ş.A’da uzun yol otobüslerinde tercih ettiğim seyahat,yanımdakiyle muhabbet ederek seyir eyleme ve yanındakini olabildiğince tanıma şeklidir.Ancak başta da belirttiğim üzere koltuk büyük ayrıca sıcak,konforlu,kulaklıklı,televizyona sıfır… Anlayacağınız yol arkadaşlığını baltalayacak,arkadaşlık mevzusunun bahsini kesecek tüm şartlar mevcut.Ayrıca aranızda kocaman bir kolluk var ki,bu da soyutlanmaya bir etmen.Tüm bu şerait içerisinde,içinden gram muhabbet isteği gelmeyen kendim,bu noktada suçu ‘Rahat HAT’a atarak yolculuğuma rahatlıkla(!) devam etmiş bulundum.
Değineceğim ilk husus; “kısmen hususi yolculuklarımızda rahatlık artık bir soyutlanmaya,ilkelin aksine anti sosyalleşmeye bağlanılmak isteniyor?”sorusunun aklımda ilk defa rahat koltuğumda belirmesiydi.Rahatlıktan rahatsızlık duymamı sağlayan neden,rahatlığı algılayış biçimimizin beni rahatken etkilemiş olmasıydı.Anlaşılan yaşayamadan öğrenemeyen,ön göremeyen bir milletin çocuğuydum.
Milletin çiş yapıp,bir şeyler tıkınmasını,tiryakiyse sigara tellendirmesini isteyen şoförümüz otobüsümüzü mola istasyonuna park etti.Yolculuğumuzun ilk devresini bitirdiğimiz mola istasyonunda ikinci dank etme halimi yaşamış bulundum.Her şeyin iki katı pahalı olduğu,enflasyondan iki kat etkilenen,müşteriye dört kat hissettiren,işletmeyeyse kat kat rant sağlayan mola marketinde gezinmekteyken,her şeyin kurusunun olduğu,kuru meyve reyonuna rast geldim.Kurusu bilindik meyvelerin yanında (kayısı,elma,üzüm gibi) koca koca kurutulmuş,adeta bu kadarı da kurutulmaz dedirtecek bir meyve vardı: KAVUN! Hayatımda ilk defa koca bir meyvenin kurutulduğuna şahit olan,ikinci dumurunu bu noktada yaşayan ben,kafamızın güzelliğinin temellerini sezinledim.Ne yalan söyleyeyim Kapitalizmin bu denli acımasız olduğunu düşünmemiştim.
Saklamacı,tutumcu zihniyetin son kurbanı zavallı kavun meyvesi,maçta yedek kulübesine oturtulmuş ve buna alışık olmayan ilk on bir futbolcusu edasıyla duruyordu.(O ki rakı gibi babayiğit bir alkolün kankası,çekirdeğini özünde,ortasında saklayarak,yiyim esnasında bize karpuz gibi çekirdeklilik yapmayan,pazarda taşıyabileceğimizden şüphe etmeyerek poşete atıp eve götürdüğümüz,asil bir antioksidandır.)Ne var ki günümüzde hiç mi hiç ihtiyaç duyulmayan bir formdaydı ve pazarlamacı-kurutmacı zihniyetin kurbanı olmaktan kurtulamamıştı.Kendime kızdım sayın okuyanım ve acımasızca genelledim:
Acaba en son neye olduğu gibi değer verdik?
Acaba ilk kavgayı insanı kimliğinden soyutlamaya çalışarak mı başlattık?
Orada o şekilde olan ve mutlu olan şeyi;orada şu şekilde olması gerektiği için mi dışladık?
Acaba politik kirliliğimizi ,komşulukları ‘rahatlatarak’ ve çağımızda yaşına özlem duyduğumuz barışı ‘kurutarak’ mı temizlemeye çalıştık?
Akan kanlarımız kuruduğunda akla ilk gelen soru,acaba neden;kan lekesini hangisi daha iyi çıkartır sağdaki mi ,soldaki mi,zihniyetine döndü?
Biz nerede yanlış yaptık demeyeceğim sayın okuyanım.Acaba biz en son ne zaman doğru yaptık?

04 Ekim 2010

3 Ekim 2010 Pazar

BOĞAZIMA EDEBİYAT KAÇTI


İstanbul’u “İstanbul” yapan nedir?

İstanbul’un altında ki şimdiye kadar inemediğim derin tarihi manzarasının,üstünde ise şimdiye sıkışan tarihten esintilerinin,önümde;kimi zaman bir camii,kimi zaman cumbalı bir ev,kimi zamansa çok Bizans bir sarnıç olarak belirmesi mi?Yoksa şehrin her yerine sinmiş kesif Osmanlı kokusu mu?Ya da sadece bugünü yakalama uğruna tarihini basit bir yemek ismiymişçesine bir tabelacığa sığdırmaya çalışan kültür politikası mı?Bunun bedenimde bıraktığı fast food bilgi hazzının,ancak çok araştırılınca bir lezzet kumpanyası halini alacağını her geçen gezmede daha feci anlıyor olmamın mı?Daha doğrusu İstanbul’u anlamam mı,istanbulu “İstanbul” yapar? Yoksa tüm bunlar bir kenara bu şehri anlamanın yolu ,İstanbulluyu anlamaktan mı geçer?Bilemiyorum…Sanırım bildiğim tek şey,cevabın şehrin içinde bir yerlerde olduğu.
Sadece bulunması hakikaten işten sayılacak cevaplarımı almak için değil,tanıştığım her semtin,içinde bulunduğum beton ve tahta yığınının bendeki ifadesini,beni şehrin ruhuna bir semt daha yaklaştırarak canlandırma umuduyla,Beylerbeyi semtini hedef eylemiş İETT’li otobüsümün koltuğuna oturmuş,camına yüzümü dayamış,pek bir Orhan Veli’cilik yapmaya çalışarak İstanbul’u değil müzik çalarımı dinliyordum gözlerim kapalı.Arada gözümü açtığımda buluşma noktamız olan Beylerbeyi sarayına bir durak daha yaklaştığımızı görüyordum.Üsküdar semtine girdiğimde,mevsim sadece bahar değildi.Aynı zamanda seçim kafası yaşayan belediyecilik heveslileri mevsimi de olduğundan,bol sloganlı afişler,pankartlar silsilesinin Üsküdar kısmını da görüyordum.Adlarını ve yüzlerini çoğunlukla sadece seçim mevsimi gördüğüm,güneşe çıkmış köstebek tavırlı belediyecilik heveslilerinin afişleri arasında,bir dönem sarhoşluğuna güldüğümüz,her parodisini bilumum çekirdek türevleriyle güçlendirerek seyreylediğimiz Levent kırca gözümü hırpalayıverdi.O ki bol güldüğümüz ama mesajını da gülerken soluk borumuza çekirdek kaçıracak kadar sağlam aldığımız parodilerin sahibiydi. “ÜSKÜDARI GÜLDÜRMEYE GELDİM!” sloganıyla beni ters köşeye yatıran Levent Kırca bu girişimiyle beni ilk defa düşündürdü.Bunca sene güldürürken belki de asıl şimdi düşündürdü.Afişine dede kıvamında bir fotoğraf yapıştırmış olması.Komediyi sindirmiş tipini Üsküdarlıya başkan seçtirme arzusuyla sergilemesi bir yana,bu girişimini destekleyen sloganına takılıvermişti beyinciğim.Acaba Üsküdarlı bu zamana kadar televizyon seyretmemiş miydi?TV izleyen çoğu Üsküdarlının Levent Kırca’ya bir dönem gülmüş olması gerekiyordu.Yoksa Levent Kırca Üsküdarlının yeterince gülmediğini mi düşünüyordu?Ya da sadece Reyting ölçümlerinden aldığı veriyle,en düşük gülücük yüzdesinin Üsküdar’da olduğu bilgisiyle yola çıkıp,”hanım Üsküdar’ı bir güldürüp geliyorum” diyerek Üsküdar’ı lokal olarak güldürmeyi mi amaç edinmişti?Tüm bu soruları Üsküdar’a ve Üsküdarlıya bırakarak kendimi beylerbeyi semtinin tünel durağında inmiş buldum.Etrafta beyler beyi sarayına dair görüntüler aradım ancak otoyoldan başka bir şey bulamadım.Anladım ki Beylerbeyine ilk defa giden bünyem yanlış durakta inmiş bulunmuştu.Garip olan ise;sarayın önünde indirdiği rivayet edilen otobüsten otoyolun kenarında ve hiçbir saray belirtisi görmeyerek inmiş olmamdı.Minibüse atladığım gibi inmem bir oldu çünkü yalnızca bir durak önce inmiştim.Sarayın giriş kapısında bekleyen kalabalığa karışarak geniş güvenlik önlemli giriş kapısından,güvenli ayrılarak 1 YTL karşılığında grubumla içeriye zuhur ettim.Emininim bundan 120 Yıl önce de sarayın girişi bu denli güvenlikçiydi.Her ne kadar o zamanki güvenlik görevlileri(askerler) içeriye alınan saray misafirlerinden ceplerindeki bozuk paraları çıkartmalarını istemediklerini tahmin etsem de,o zamanlar güvenliğin içerideki şahıs sebebiyle yapılırken,bu zamanlar güvenliğin mimari yapılar,süslemeler veya tablolar için yapılması şekil ve sonuç arasında 5 saniyelik bir düşünce gelgiti yaşamama yol açtı.Hiçbir Osmanlı padişahının yapımı için servet harcanılan bu saraya günün birinde 1 YTL karşılığından gireceğimi tahmin etmemiş olması düşüncesi,İstanbul’un bu semtinde,bu terk edilmiş sarayda Orhan Pamuk’un Hüznünü ilk defa derinden hissetmeme sebep oldu.Belki de terk edilme duygusuyla hareket edersem saray daha bir tarih kokacaktı.Gezimin devam bölümünde üstümde tuhaf bir gerginlik,tarifsiz bir yalnızlık duygusu her yeni keşifte daha da belirginleşiyordu.Sarayın geniş,bakımlı,bol çimenli,yüksek parmaklıklarla denizden ayrılmış bahçesinde hiçbir Osmanlı çocuğu top oynayamamıştı.Onlar hücre hapislerinde erginleşip,saray hapislerinde olgunlaşıyorlardı.Sarayı hapse benzetmemin nedenini birazdan açıklayacağım sevgili okurum.Boğazın yanı başında durmadan devinen hırçın suyun kenarına,dipsiz griliğin ortasına kondurulan saray bende içten bir korku uyandırdı.Sanki boğazın yanı başındaki küçük ben tüm boğaza ve kocaman bir hilafet tarihine yaptığım tespitlerle meydan okumaya çalışıyordum.Bahçenin karasal kısmına kaçmak isteyen bünyemi oradan oraya dolaştıran Muharrem ve Tuğba Rehbere içten içe kızmayı da ihmal etmedim.3 katlı bahçenin üst bölümüne kaçamak girişler yaptıktan ve sarayı bir de üstten görme fırsatı bulduktan sonra sarayın iz kısmını gezmeye gelmişti sıra.Saray dışarıdan bana görkemden çok karaktersizlik duygusu verdi.Belirli bir mimari estetik barındırmamakla berber batılı anlamda bir Barokta taşımamaktaydı.Toplama bir Mimari üslupla yapıldığına kanaat getirdikten sonra kapının önünde rehber sıramızı beklemeye koyuldum.Bir süre manzarayı süzmeye karar verip,boğaz köprüsünün karşı kıyıya kavuşuşunun ayrıntılarını dikkatle inceledim.Köprünün üstümde durması da ayrı bir gerginlik eklemişti bünyeme.Sessizce yalnızlaşarak rehberimizle sarayın içini gezmeye başlayınca gerginlik duygusunun yerini şatafatın gözümde bıraktığı kirliliğin yarattığı garip bir haz kaplamaya başladı.Bu öyle bir hazdı ki geçmişte bizden saydığım birilerinin pek bizden olmadığına inandığım birilerine,bu abartılı yapıyı en şatafatlısından göstermiş olmasının,bizimde batı karşısında bir şey olduğumuzu derinden anlayarak saygı duymasının verdiği hazdı galiba.Her ne kadar bu görkem gözüme gereksiz gibi görünse de,Osmanlı İmparatorluğunun gücünü ve bir zamanlar İstanbul’da sürdüğü hakimiyet duygusunu hissederek,dahası birebir görerek anlamamı sağladı.Sarayın hiçbir duvarının ve tavanın boş bırakılmayarak çini ve ahşapla kaplanmış olması gözlerimi ve takip mekanizmamı yordu.bu nedenle burada bir iki ay yaşayan konuğun minnetten çok korku duyacağını düşündüm.Fildişi kaplı yemek masası,ahşap işlemeli çok değerli sandalyeler,hiç bozulmaması ve dokunulmaması gereken oyuncaklardı sanki.Ergin bir Osmanlı padişahının bu oyuncaklar arasında geçirdiği aylar,belki inanmayacaksınız ama,sarayın ergin Osmanlının olgunlaşma hücresi olduğunu düşündüren kanıttı bana.Osmanoğlunu tebasından ayıran temel fark yalnızlıktı belki de ve bu yalnızlık sarayının geniş penceresinden boğazın hırçın dalgalarını grinin her tonundan gören osmanoğluna hüzün pompalıyordu.Pompalanan hüzün fetih veya Tanzimat olarak çıkış yolu arıyordu kendine ve yıllar sonra bir yazar bu hüznü emanet alıyordu.Bizim hikayemizse bir yazarı tanımakla başlıyordu.Hiç görmediğim bir sarayın serin koridorlarında dolaşırken yaşamış birilerinin hayatına olmasa da anısına misafir olduğumu en derin hücrelerime kadar hissediyordum.Zaten onun için girişte bozuk paraları ayırma isteği duymuşlardı benden ya da sadece dedektör ötmesin diye…
Saraydan ayrılığın ardından gezimizin bugüne ilişkin bölümüne geçtik.Denize sıfır aynı anda paralel taş duvarla çevrili,Arnavut kaldırımı döşeli,tarihten günümüze geçiş kıvamı veren yoldan,kahvelerde tanıdık bir yüz arayan rehber arkadaşlarımızla geçiyorduk ki tanıdık yüze rastlayan rehberlerimizin kahve içerisine görmesiyle kazandığımız yarım dakikalık boşlukta şahsım acayip köy havası almış bulundu.Çoğunun eskiden ahşap yapılar olduğunu tahmin ettiğim taş yapıların denize hakikaten sıfır konumu,içinde yaşayanlarının ne kadar nemli yaşamları olduğunu düşündürdü bir an.Boğazın hırçın gri denizine bu kadar yakın olmak,boğazla bu kadar iç içe olmak İstanbul’un hakimlerinin oturduğu bir sarayın yanı başında durmak,bu insanlara acayip sorumluluklar yüklememe neden oldu.Düşüncelerimin ışığını kapatır kapatmaz Tuğba ve Muharrem rehberin bahsettiği küçük yalı kahvehanesinde buluverdim bünyemi.Adından anlaşılacağı üzere burası boğazın dibinde,boğaza 3 metre diyelim,küçük bir kahvehaneydi.Çaylarımızı yudumlarken yeni insanlarla da tanışıyorduk.Ahmet Gülhan Hocamızın evinde hizmet veren gayrimüslim hanımefendiyle tanışır tanışmaz ağzından çıkan ezik Türkçe kelimeler duyar duymaz,“İstanbul’u İstanbul yapan nedir?”sorusunun cevabına,bir koku daha yaklaştım.Eski dokusundan kalma ,gayet yaşayan insanına Müzelik tarih yaklaşımım beni biraz üzmüştü de.Beklenen ev sahibi kapıdan içeri giriverdi.Bir doksanlık boyu, Suavi’yi andıran sakalları,Gestapo ajanlarını andıran parkası ve elinden hiç düşürmediği anlaşılan sigarası,balıkçı olmasına karşın tertemiz kılık kıyafetiyle,gayet kendinden emin duran adamın adı Selahattin’di.Selahattin ağabey,bizimle Özgüven dolu hareketlerle tanıştıktan sonra hemen gezi faslına devam ettik.İlk durağımız (Nedenini bilmiyorum ama tüm gezi programlarında sıklıkla duyduğum bu klişe cümleyi kullanmak bana ayrı bir haz veriyor.Belki de şehri turistikmiş gibi gösteren bu durak kelimesini her kullandığımda İstanbul’u Açıkhava müzesi olarak düşünmenin verdiği,turist olma,yaşadığım şehre acayip yabancılaşma duygusunu hat safhada hissetmem olabilir.) İskele kıyısına inşa edilmiş bir camiiydi.Ardından kıyı şeridini dolaştık.Beylerbeyinin iç kesimine yöneldiğimizde denize bu kadar yakın şehrin,beton duvarlarla ve anlayamadığım bir kasvetle denizden bu kadar uzaklaşmış olması ya da bana öyle gelmesi;Orhan Pamuğun Bahsettiği Osmanlı Yıkıntısını fazla içselleştirmiş olmamdan kaynaklanıyor olabilir miydi?İç kesime yönelip yıkıntı ahşap binaların arasından piyango milyoneri gibi sıyrılan ahşap bir binanın geniş çaplı tadilatının diğer binalara verdiği hüznü hissetmem,iyice bunalmama kendi hayal dünyamda adeta boğulmama yol açmıştı.Yalancı yeşilliklerin arasından dar merdivenlerin bağladığı patika yola çıkıverdik.Sokaklarda hiç insan yoktu.Burada da yoktu.Sanki bu betonluğun sahibi yoktu.Derken ahşapların birinin içinden ağır arabesk bir ezgi inlemeye başladı.Arabeskin bir semte bu kadar yakışabilir!Bu soğuk tepelerde insan ya arabesk dinler ya da şiir yazar dedim kendime.Selahattin ağabey yerlerle ilgili bilgileri ince ince anlatmaktaydı gezerken.Araya sıkıştırdığı beni çok güldüren bir fıkrayı 3 kez anlatmış olması kafasında şizofrenik bir durum olduğunu sezinlememe yol açıverdi.Ya da bilerek bize öyle anlatıyordu kendini.Aklımda geziyle ilgili pek çok anı kaldı ancak hepsini yazarak yazıyı gereğinden fazla uzatmak istemiyorum.Ne hissetiysem içimde saklıdır kimse bulamaz,diyerek Felsefe yalatıyorum okuyucuya.Karnımızın açlığını doyurmaya oturduğumuz küçük lokantanın tüm hesabını çeken Selahattin ağabey beni şaşırttı nedense.Kekimizi kurabiyemizi alıp kahvehanemize yol aldıktan sonra tam namaz vakti ortadan kayboluveren Selahattin ağabeyde ortamımızda beliriverdi.Hoş sohbetler yapıldı.Bir insan tanındı.Başka yaşamlara teneffüs edildiği hissedildi.Mutlu olundu,çaresiz kalındı,üzülündü,sevinildi…Anlayacağınız pek çok duygu bir ortamda başka yaşamların ışığında filizlendi,dedim ya başka yaşamlara nüfus edildi.Sorumun cevabına gelince.İstanbul’u İstanbul yapan her neyse,ona her semtte bir adım daha yaklaştığımın bilinciyle Beylerbeyi semtinin sıcak kahvehanesinde çay içen,muhabbet eden,bir fiil yaşayan insanlarını terk eylemiş bulunduk.Uzaklaşılan bir anı bıraktık geride ve artık oralarda bir yerlerde yaşadığını bildiğim bir Selahattin ağabey.


03 Ekim 2010

2 Ekim 2010 Cumartesi

Kızgın Damda ki Çizme


Bunun bir anlamı olmalıydı!Çiftini kaybetmiş,boynu bükük,yalnız bir yatımla çatıda öylece duruyordu.Bu yarım kadın çizmesinin çatıda ne işi vardı?Hem de bir ayakkabıcının çatısında(!) Bu dışlanmanın,bu hizipleşmenin sebebi neydi? Çatıya ayakkabı atma tavrının ardındaki giz neydi?
Paranoyakça sıraladım varsayımlarımı sayın okuyanım:
Bu ayakkabıcıların bir işareti miydi?
Her sabah bir ayakkabıcı yorgun gözlerle,en yakın poğaçacıya giriyor,iki sade bir patatesli poğaçaya talim,poğaçaları çaysız,kuru kuru mideye götürmeden önce,cemiyetin helikopterine biniyor ve kuşbakışı İstanbulun bütün ayakkabı dükkanlarının sayımını,çatıdaki ayakkabılara bakarak mı yapıyordu?
Yoksa Anadolu’da elinde kalan ayakkabıların son çiftini birbirinden ayırıp,birini çatıya atarak,satış miktarının artacağına yönelik bir inanış mı vardı?Vardıysa da neden bu olay Beşiktaş’ın göbeğinde gerçekleşiyordu,Beşiktaş Avrupalı değil miydi?
Beşiktaş Avrupa kupasında başarılı olabilecek miydi?Bu başarı kime göre ve neye göre belirlenecekti?
Evet.Saçmalamanın doruğuna varmıştım.Akıl labirentim bir oraya bir buraya savuruyordu serbest çağrışımımı.Bu kadar da serbest olmamalıydı böyle çağrışılmak.Bir dakika!
Beni günün ortasında,prova arasında bu denli delirten şey sadece bir ayakkabı olamazdı!
Sadece bir kadın çizmesi bile beni böylesine delirtiyorsa,bir kadının kendisi neler yapmazdı ki bana!
Gözlerimi kapayarak olay mahallinden uzaklaştım.Çayımı tazeledim.Bir ayakkabının bana neler ettiğini düşündüm.Peki o ayakkabı kışın orda ne yapacak öyle yalnız?
Bilebilemem sayın okuyanım.Ben serin bir sonbahar akşamında,elimdeki çayın soğumasından muzdarip,karşıdaki ayakkabıcının çatısına bakan bir herifçioğluydum sadece.Ayrıca şunu belirteyim:
Eğer yeterince uslu birer yetişkin olursanız,bir gün belki siz de çatıda bir ayakkabı görebilirsiniz.Hatta daha da uslu yetişkin olursanız,belki bir çift ayakkabıyı,bir ayakkabıcının çatısında kıpkırmızı gün batımına karşı sevişirken bulabilirsiniz...

02 Ekim 2010