9 Kasım 2013 Cumartesi

Ah şu kasım

Bu Kasım adamı hasta eder
Bu ayda ağlar tüm şehirler
Kömür kokusu hep bu ayda
Sanki her yer Ankara...

Nederdir bilmem
Bir Kasım seviyorum sevince
Ayrılırken Kasım ayrılıyorum,
Gündüzleri damağımda bir Kasım tadı
Gecelerse
Geçmiyor
Namussuz
Hep kasımdan
Ne çok Kasım dedim
Seni unuttum

30 Ekim 2013 Çarşamba

İki çay arası karıştı yüzün İstanbul'a (Şiir)

İstanbul silüeti arkanda
Ben yüzüne bakıyorum
Yüzün mü güzel İstanbul mu
Bilmiyorum
Bilmiyorum

Yüzün İstanbula karışıyor
Birden
Bir vapur geçiyor yüzünden
Martılar seni kapışıyor
Kıskanıyorum seni
İstanbul'dan

Ben seni öpmemişim meğerse
İstanbul'u sevmişim dudaklarından
Kaygın gri bir sonbahar
Sevincin nemli bir yaz
Gülüşün serin ve güvenli
Yazın sığındığım gölge gibi

Hanginizi dinliyorum
Seni mi
İstanbul'u mu
Yoksa
İstanbul'daki seni mi

Gitme zamanı geldi
İstanbul'u ayırıp senden
Elini tutabilir miyim
İstanbul'la karışmışken yüzün
Sade seni sevebilir miyim

1 Eylül 2013 Pazar

Size özenen sizin gibi olsun.

Gündem kabarık sayın okuyanım. Herkesin aklı bir yerlerde, kimi savaş diyor, kimi merdiven, kimi iş güç peşinde; bense kaportacılardayım. Malum motoru yatırdım, macundu cilaydı takılıyorum sanayilerde. O değil de, az önce kedim olsun istedim yeniden. Severdim, ilgilenirdim falan, ne biliyim şefkatli biriymişim gibi hissederdim. Şefkatli insanlara feci imrenirim, nerede bir şefkatli insan görsem, hemen o olmak isterim, yanlış anlamadınız onun gibi falan değil, doğrudan o olmak isterim. Mesela güzel, keyifli yaşayan şeylere de özeniyorum. Geçen bir köpeğe özendim, motoru park ederken, yoldan çekilmedi, kafayı kaldırdı tek gözünü açıp beni süzdü, sonra kafasını yere koyup derin bir nefes verdi, yerdeki tozlar havalandı. Köpeğin keyfini bozmamak için motoru yüz metre geri geri götürdüm. Giderken aklım köpekte kaldı, keşke onun gibi pervasız yerde yatan ben olsaydım. Neyse ne diyordum... Demiyordum. Bişey dediğim yok işte, anlatıyorum sayın okuyanım. Bu arada annem içeride televizyon izliyor, siyaset, tartışma adına ne varsa takip ediyor, özellikle reklamların sesini açık bırakıyor, reklamlarda kendinden bir şey mi buluyor anlamadım. Konunun geldiği noktaya bakınca, aslında pek de anlatacak bir şeyim yokmuş. Belki de kalmamış. Peki senin, senin anlatacak bir şeyin kaldı mı canım okuyanım? Gündem ve iş güç dışında konuşacak bir şeyin varsa şanslısın, suni gündem botları tarafından zehirlenmemişsin demektir. Bugünlerde herkes taraf olmak zorunda bırakılıyor. Tribünler sokaklara indi sonunda ama lig maçları hala şifreli kanalda. Ne diyorum ben... Bu, sözde, edebi blogla alakasız bir yazı haline gelmeye başladı. En iyisi tavsiyemi verip meseleyi kapatayım. Bugünlerde aşık olun, deli gibi, sırılsıklam, keşkül kıvamında. Sonra o aşık olduğunuz kişiyi alın sokaklara düşün. Ne biliyim dondurma yemek en büyük eğlenceniz olsun. Birinizin burnuna çikolata yapışsın falan bu durumla eğlenin. Evet lan, eğlenin sayın okuyanım, nedensizce, sokaklarda ebelemece falan oynayın, sizi yadırgayanlara şarkı söyleyin. Ben o zaman size daha çok özenirim. Hakikaten siz olmak isterim. Çünkü siz olmak, ben olmaktan iyidir. Sizin de başka bir siz olmanız, siz olmanızdan iyidir. Evet, bana müsaade.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Anlaşılamayan biz

Anlaşamıyan neremiz
Çok mu edebi öpüştük biz
Yoksa ebedi mi olmalıydı sevişlerimiz
Yani o zaman biz
Kimiz
Bir bizden bahsedebilir miyiz

Mesela
Uyuşmayan gözleri kapasak
Terleyen elleri ayırsak
Basbayağı ayrılsak mesela
Anlaşır mıyız

Hayat balgamsız
Kavgasız anlamsız
Öyle hijyenik
Alakasız
Yaşar mıyız

Bizden başka bir biz olsa
Ya da yaratsak yeni bir biz
Birimiz aynı farklı ötekimiz
Yani kendi çapında birer biz
Aslında
Bir siz
Bir biz
Başka insanlarla
Kafiyeliyiz
Çözülür mü meselemiz
Anlaşamayan kim
Hangi birimiz


3 Temmuz 2013 Çarşamba

Vialand'a gittim...

Başbakanın yere göre sığdıramadığı prestij projesi Vialand isimli AVM'nin kapısındayız. Betonlar karşılıyor bizi, bembeyaz betonlar. İçeri süzülüyoruz bir film platosu gibi ardı ardına dizilmiş markaların arasında slalom yapıyoruz. Avm büyük, ee markalar büyük. Her bir yanı indirim sarmış, %10'dan %70'e boy boy indirim... Annem dalıyor bir ayakkabı mağazasına, malum eşek gibi indirim yazıyor, ben de dalıyorum. Bizimle birlikte onlarca insan dalıyor. Herkesin gözü indirimde, miktarı önemli değil, mühim olan indirim olması. Hiç bir şey almadan çıkıyor annem, diğer mağazalarda daha da indirim olabilir, hem de double indirim. Süzülüyoruz bir müddet Avm cennetinde...

Derken aşağı kata iniyoruz, yok yok, tam manasıyla. Elektronikten, yemeğe her mağaza her marka mevcut, indirim de olmazsa olmazı... Bir mega markete giriyoruz, yeni açıldığı için, çoğu şey indirimde ama almıyoruz, indirimi inceliyoruz...  Kendimizi balkonda dev alanı incelerken buluyoruz, bin kişilik bir konser alanı sıkıştırılmış, yapay bir bahçe. İleride ise çocuklar için bir park var girişi 50 TL, Avm'nin az ötesinde evlerin kirası ise 300 TL...  İkoncanlar geçiyor yanımızdan pek beğeniyorlar. İyi olmuş diyorlar. İleride çocuklarını getirme hayali kuruyorlar. Bense AVM'nin yapıldığı parkta geçmişte koşu yapanlardanım, o zamanlar halka açık tenis kortları ve basket, futbol sahaları olan yemyeşil parkta... Şimdi ise pek bir AK olmuş, her yer Apak... 

Burada yok yok... O zaman diyorum, kapatalım çevredeki bütün marketleri, mağazaları, mobilyacıları, elektronik dükkanlarını... Başka yere ihtiyaç yok. Burası yeter en az üç ilçeye. Bak işte her şey ucuz da. Bir daha ne işin var senin terzide. Ne gerek var marangoza. Gel buraya. Burada her şey ucuz... İçimi bir huzursuzluk kaplıyor. Bizim Binbir Marketi düşünüyorum, mahalle bakkalından biraz büyük marketimizi... Onda da indirim var ama çapına göre. Gelen belli giden belli. İsmail abi var orada, babasıyla kasada duruyor. Sabahları ezelden beri orada çalışan Dursun'la hale gidiyor sebze alıyor. Yine ailesinden üç kişi daha geçindiriyor küçücük market. Gıdaya dair her şey var. Yalnız Avm'ye göre biraz pahalı, parça başı 10 kuruşu geçmez pahası. Öyle kocaman indirim falan yazmıyor ürünlerin üstünde. Malum sadece İstanbulun o noktasında var ve İstanbulun beş noktasındaki ailelerin ekmek kapısı o bakkal... Hiç bir şey almadan çıkıyoruz Vialand'dan kendi marketimize gidiyoruz. Makarna alıyoruz 10 kuruş pahalısından, karpuzu sevdiğimiz gibi hiç sormadan seçip veriyor, yeşilliği de sormadan koyuyor poşete. Ne istediğimizi biliyor, malum bizim marketimiz. Peki sizin marketiniz... Sizin bakkalınız hiç yok mu? Mahallenizdeki küçük bakkalın ismi ne? Orada kaç kişi çalışıyor? Dahası o koca Avm'den alışveriş yapmasanız, bir şey kaybeder mi? Peki bakkaldan her zaman dönüşte aldığımız ekmeği almasak. O kaybeder de, biz ne kazanırız. 10 kuruş mu...

5 Haziran 2013 Çarşamba

Gaz kardeşliği ve bir direnişçinin oluşum serüveni üzerine...

Bayadır yazmadım, yazmaya olan inancımı yitirmiştim çünkü. Neden yazacaktım ki? Hiç umudum kalmamıştı. Her şeyin bittiğini düşünmeye başlamıştım. Sabahları ellerimi yıkarken zincirler beliriyordu sanki bileklerimde. Elimi dahi yıkamaya çekinir olmuştum. Her gün sosyal medyada bakındığımda içimi bir umutsuzluk kaplıyordu. İnsanları eğlendirmek ve oyalamak için kurgulanmış bir yapıda bile nasıl mutsuz olmayı becerdiğimi anlayamıyordum. Haberler sayın okuyanım, yasalar sayın okuyanım, yasaklar, yeni yasaklar ve tüketim kaplıyordu günden güne her yerimi. Ne yapmalıydım, yazacak neyim kalmıştı ki? Oturdum doğayı düşünmeye başladım, evrimi, insanın geçmişini. Bir kahve hazırladım çamur gibi, yudumladım ve bahçeme baktım. Ağaçlar sayın okuyanım, ağaçlar... Rüzgarda sallanıyorlardı. Ne kadar mutlulardı. Ne kadar huzurlu. Sonra bir kez daha oturdum bilgisayarın başına, gezi parkında katledildiklerini gördüm. Aşırı üzüldüm, hiç bir şey yapılamayacağını düşünerek çaresizlikle kahvemi sindirdim. Zaten sınavlarım yaklaşıyordu. Dersimi çalışmalıydım. Yapamadım...

Bir oyun çıkışı kendimi gezi parkında buldum. Oradaki bin bir türlü insanı gördüm. Antikapitalist Müslüman pankartının yanında köfte ekmek yedim. Çarşı grubunun yanında kola içtim. Bir gruba mensup olmayan insanların yanında şarap içtim sevgilimle. Yıldızları seyrettim. Bir kırmızılı kadın dikkatimi çekti, öyle sakin yürüyordu kalabalıkta. Tam bir karnaval, her şey boşa diye düşündüm... Sabaha karşı eve döndüm. Sabah uyandığımda bilgisayarı açtım aynı umutsuzlukla. O da nesi! Kırmızılı kadının fotoğrafı. Sakince polisin karşısında yüzüne sıkılan biber gazına rağmen duruyordu. Umutsuzluğum öfkeyle karıştı. Çaresizlik içimi kemirdi. Ders çalışmam lazımdı, ders. Sınav ertesi gündü... Yapamadım... Televizyon kanalları susuyordu. Hiç bir şey olmamış gibi belgesel yayınlıyorladı. Ülkenin lideri, yadsıyor, görmezden geliyor, kabadayılık yapıyordu. Polis saldırıyor, dövüyor, adeta halkını öldürmek istiyordu. Tüm gün sosyal medyada olanları takip ettim. Tüm gerçekleri gözlerimle gördüm. Bir de kanalla tanıştım, ismi Halk TV. Çarşı grubunu gördüm, harbiyeyi kurtarışını izledim direnişin en zayıfladığı zamanda... Gitmek istiyor, gidemiyordum. Astım hastasıydım. Biber gazı beni öldürürdü, en azından doktorlar öyle söylüyordu. Bu sefer öfkeyi kendime yönelttim. Küfrettim hasta bedenime... Gitmem lazımdı. Gidemedim...

Sabah uyanıp sınava gittim. Sınav görevlisi hocayı kırmızılar içinde gördüm. Bir başka sınav başladı içimde, sınav içinde bir sınav... Soruları dikkatle okuyup cevaplamam lazımdı. Yapamadım... Kağıdı hızla doldurup hocaya teslim ettim. Kendimi Mecidiyeköy'de bir eczanede buldum. Astım ilacımı aldım, yanında sıvı rennie. Çıktım marketten bir deniz gözlüğü aldım, bir de boş fıs fıs şişesi. Yol üstünde bir gaz maskesi, biraz gıda, düştüm taksime doğru yola... Gaz kokusu harbiyede nefesimi kesmeye başladı. İlacımı kullanıp yola devam ettim. Polis çevirdi nereye gidiyorsun diye. Elimdeki antiasit çözeltisine el koymaya kalktı. Dönmem lazımdı. Dönemedim... İlk direnişimi gerçekleştirdim, işe yaramadığını görünce astım ilacımı gösterip, Şişhanede oturduğumu söyledim devam ettim yoluma. Kendimi bir kalabalığın içinde buldum. Ne bir taş atıyorlardı ne bir sopa vardı ellerinde. Öyle durup slogan atıyorlardı. Beşiktaşlıyı, Galatasaraylıyı, Fenerbahçeliyi yan yana slogan atarken gördüm. İlk gaz bombamı o sırada yedim. Nefesim kesildi öleceğim sandım. İlacımı yüzüme sıktım. Gözlüğü taktım. Maskeyi geçirdim suratıma. Doktorlar haksız çıkmıştı. Ölmedim... Artık ben de o kalabalıktan olmuştum. Kan kardeşliği bir şey. Gaz kardeşliği...

Bir anda slogan atmaya başladım ve bir ileri bir geri gidip geldim en önde. Yere düşenleri kaldırmaya, gözü yananlara ilaç sıkmaya başladım. Poliste karşılıklı sıkıyorduk. Onlar kafalara gaz, ben gözlere ilaçlı su... Odakulede beş yüz kişi kadardık. Polis müdahalesi başlayınca odakulenin altından kaçıyorduk. Bitince gelip slogan atıyorduk. Müdahale çirkinleşmeye başladı. Odakulenin arasından arka sokağa kaçmaya çalışan yüzlerce insanın üzerine gaz bombaları atılmaya başlanmıştı. Mağaza camını kırarak içeri girdi bir bomba. Ölecek gibiydik. Gitmem lazımdı. Gidemedim... En önde iki insan dikkatimi çekti, biri bozkurt işareti yapıyordu, üstünde bir bozkurt tişörtü vardı, diğeri ise kızıl maskeli, sol yumruğunu sıkmış birlikte slogan atmaya başladılar. "Faşizme karşı omuz omuza!" Slogan yayılmaya başladı hep birlikte bağırıyorduk... Taraftarı, işçisi, kürdü, solcusu, ülkücüsü, bir tek taş atmayarak, direniyorduk polise... Artık geri dönmem imkansızdı. Gezi parkına çıkana kadar duracaktım. Sayımız artmaya başladı. Binler olduk. En önde bağıran ülkücü gaz kardeşimizin gözleri yandı, koştum yanına ilaç sürdüm, gören Kürt gençler yanıma geldi onlara da sürdüm, derken taraftarı, işçisi, genci herkes geldi, hepsine sürdüm. Artık benim görevim belliydi. Gözleri yananlara yardım etmek. Kendiliğinden bir görevim olmuştu. derken bir görev daha... Üstümüze gelen gaz bombalarını tekmelemeye başladım, maskesizler etkilenmesin diye. Sadece ben değil, tüm gaz kardeşlerimin görevleri vardı. Eldiveniyle bombayı geri atanlar vardı. Elinde bilgisayar kasasından yaptığı kalkanıyla insanların kafasını bombalardan koruyanlar vardı. Yine de nefesim kesildi defalarca, vazgeçmedim o an bile... Derken saatler geçti, binler, ardından milyon olduk... Polis çekilmeye başladı ve artık Taksim bizimdi... Haber hızla yayıldı. Artık istiklalde değildik yan caddeye inmiştik. İstiklale sığmıyorduk çünkü. Sevinçle geldi bir genç yanıma elimi sıktı, sarıldık. İlk defa içimi bir umut kapladı. Yukarı doğru yürüyorduk. Polis yan şeride çekilmiş bekliyordu. Bir anda provokatörler ellerine taşları aldı ve atmaya başladılar. Hemen koştum, aldım birinin elinden taşı. Sadece ben değil. Onlarca insan durdurdu onları. Derken Polisle halk arasında etten bir duvar oluştu halktan... Az önce kafasına nişan alan polisi halk korudu provokatörden... Böyle çıktık birlikte Taksime. Sonra haber spikerlerini koruduk yine, yanan konteynırları söndürdük... Polis arabalarına saldırılmasını engelleyemedik, anlatamadık onların bizim malımız olduğunu... Dur dedim arabayı kırıp döken birine. - Abi, dedi. - Polisler, kardeşime işkence yaptılar gözaltında, evde yatıyor abi, bırak! Bir şey diyemedim. Başkalarını durdurmaya çalıştım. Her şey bitmişti. Öfke dinmişti bir kaç saat sonra. Oturdum yol kenarında, bir keyif birası içtim, zafer birası... Bileklerime baktım, zincirler kaybolmaya başlamıştı. Her yer direnen insanlarla doluydu. İstiklalde gezmeye başladım. Provokatörler her yerdeydi, onları durduran halk da... Ellerinden çöp poşetleriyle gençler istiklal caddesini temizliyorlardı. Her yer gaz bombası kapsülüydü. Herkes birbirini uyarıyordu... Umut doldu içim, çaresizlik duygum artık yoktu. Sosyal medyayı heyecanla açar olmuştum, mutlulukla ve keyifle, çünkü artık yalnız değildim. Gaz kardeşlerim vardı. Hem de bir milyonu aşkın... Sevinçliydim, hiçbir şey bitmemişti ve her şey yeni başlıyordu...

İşte, sizden önceki üç günüm böyleydi gaz kardeşlerim... Böyle yazmaya karar verdim sayın okuyanım...

#Direngeziparkı #Direnhalkım #Direngazkardeşim Birlikte çok güzeliz, çok güzelsiniz, çok...

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Gece habersiz (Şiir)


Gece örter bizi
Gece bizim dostumuz
Gök kubbeden aşağıdayız
Bilmiyoruz, yaşıyoruz.

Gece karanlık değil bize
Dedim ya dostumuz
Zamanla içinde kaybolur
Öyle tuhaf yok oluruz.

Anlamsızlık içimizde
Arar arar buluruz
Kabahati gecede bulur
Bir küfür savururuz

Gece bizden habersiz
Kendini yaşamada
Bu gece bir taarruz
İçimizde başlamada

İçimiz mi gece oldu
İçimiz de mi kayboluyoruz biz
Biz… Biz… Hep biz…
Ulan, biz kimiz?

5 Nisan 2013 Cuma

Serzen Mişel söylemleri I


Eskiden bana kalbinden temiz sayfalar ayıran arkadaşlarım varmış. Herhalde en hijyenik ve saf organın kalp olduğunu düşünüyormuşuz o zamanlar. Sonra anladık ki insanın mayası bozuk, herkes bir çirkin gözükmeye başlamış gözümüze. O sayfalar da o kadar temiz değilmiş zaten. Ya da temizmiş de, biz kirletmişiz yazılarımızla. Kendimize bile kokar olmuşuz zamanla. Bir de ne görelim, bakteriye tahammülü olmayan sıvı sabunlarla, mentollü şampuanlarla ve bol organik keseyle hijyenizmi yaşar olmuşuz. İçimizi temizleyemeyişimiz dışımıza vurmuş ve çok çitileyip sündürmüşüz derileri. Biz büyümüşüz ve kirlenmemiş dünya, biz kirlenmişiz ve dünya apak. Kendimizi dünya ilan etmişiz. Kendi dünyamızda falan kaybolmamışız, kendi dünyamızı yaratamamışız, hep başkalarının dünyasında gezinmeye zorlanmışız. Başlarının hayatlarını taslak alıp, iki çizik de biz atıp, kendi hayatımızı yarattığımızı sanmışız. Sanmışız da ne olmuş? Bişey olmamış. Mesele de bu. Büyüyünce bir şey olacak sanmışız. Çünkü öyle vaat edilmiş: “Büyüyünce öğrenirsin yavrum, büyüyünce anlarsın…” Oysa alttan alta taşak geçmişle çocukluğumuzla, hep büyümeye özendirip, küçüklüğü yaşatamamışlar. Büyüklüğün bir bok olmadığını anlayınca da küçülmek istemişiz. Bu sefer de çocuksulukla suçlamışlar. Kimisi de herkese inat içindeki çocuğu arar olmuş. Anlamış ki içindeki çocuk delik deşik, travması olmuş. Bir polyannalık sarmış içini, gerçeğin tüm çirkinliğinden kaçıp şair olmuş. Muş, miş, möş, müş… Bu konu hakkında söyleyeceklerim bunlarmış.