9 Aralık 2012 Pazar

Dokunmatik Telefon mu, Duygusalmatik mi?


Ben öyle pek dokunmayı sevmiyorum sayın okuyanım. Sevmiyorum dediysem genel anlamda. Belki özelde dokunan bir adam olabilirim, ancak genelde dokunmayı tercih etmiyorum. Avrupalı mıyım neyim bilmiyorum ancak her şeye çabucak dokunamam, onu biliyorum. Çocukken de böyleydim, millet börtü böcüğe hevesle dokunurdu. Mesela ismini unuttuğum bir çocukluk arkadaşım vardı. Çekirgeleri yakalardı çıplak eliyle. Böyle kanatlarını gösterirdi, hatta bazı zamanlar iyice gaza gelir, ağzına falan alırdı canlıyı. Böylesine dokunmatik bir adamdı, hayatı dokunarak anlamlandıranlardandı. Şimdi nelere dokunuyordur bilmiyorum ama benden daha dokunmatik olduğun biliyorum. Ha, bende kendi içimde dokunmatiğim ama benimki daha çok mecazen, böyle İstanbul anlıyorum bazen, acayip betimlemeler ve derinlemesine düşünceler geçiriyorum aklımdan o kadar. Dedim ya benimki mecazen, çirkin bir şair ruhu var bende. Bir türlü terk edemiyorum

Ee diyeceksin şimdi, yani? Sözüm dokunmatik telefonlara ve bilimum türevlerine. Böyle parmağınla dokuna dokuna veriyorsun komutları. Neyse üstüne basıyorsun, tam göze parmak dedikleri cinsten. Ben o telefonlardan kullanmayı seçmiyorum. Marjinal olup, popülerliğe kafa tutan bir adam olduğumdan değil, sadece herkesle yılışmayı sevmediğimden. Benim telefonum katlananlardan mesela, eski teknoloji. Katlandığında ekranı bile olmuyor, illa açıp bakmanı istiyor arayanı soranı görmek için. Böyle de içine kapanık, ağzı var dili yok bir telefon kendisi. Ama ben onu kabullendim, o da beni. Mesaj gelince belirli aralıklarda şakıyor mesela ben duyana kadar. ‘Yes’ tuşuna basmadan da susmuyor. Kendisi biraz kuralcı ama dedim ya seviyorum. Şimdi bana son model, en dokunmatiğinden bir şeyler verseniz, arsızca alırım, tüm bunları hiç düşünmemiş gibi. Ne yapayım, bir yanım çağı yakalamak istiyor, öte yanım nostaljik…

Tüm bunları geçip sana hayalimdeki telefonu anlatmak istiyorum okuyanım. Olsa hemen alırım, takside girip alırım, öylesi karartırım gözümü. Açıklıyorum:
Duygularla kontrol edilen bir telefon düşlüyorum benim canım okuyanım. Mesela içim sevgiyle doldu, hemen sevdiğim birisini arasın. Nefretle doldu diyelim, sevgilimi aratmasın. Buruğum biraz diyelim, annemi arasın otomatik. Betersem, kimseyi aratmasın. Böylesi duygularıma dokunan bir telefon olsun, o zaman yedi yirmi dört onunla yaşarım. Ne sosyal medya tanırım, ne oyun video, öylece yaşarım kovuğumda. Belki tüketim nesnesine dönüşmem falan, dünyanın en zenginleri listesinde olan adamlar şüpheye düşerler. Beni bir tehdit olarak görürler. Duygusal, insansı tüketiciye hazır değiller…

Ne garip, kendim bile duygularımı kontrol edemezken, duygularla kontrol edilen bir telefon istiyorum. İnsan böyledir işte sayın okuyanım. Madem sen de insansın, anlat bir iki dakika kendine kendini, dokunmatik mi istersin, duygusalmatik mi? Ya geç bunları, bilgisayar telefon derken kaybettiğin kendine sor: 'Görüşmeyeli nasılsın?'

14 Kasım 2012 Çarşamba

İçimdeki hayvanata serenatlar


Şimdi oyundan çıktım eve doğru gidiyorum. Bu kez çıktığım kendi oynadığım bir oyun değildi, gerçi uzun zamandır kendi oynadığım bir oyundan çıkmadım ya... Ne diyecektim. Ha, Metrobüsün uğultusuna bile alışıyor insan zamanla. Hatta seviyor, daha doğrusu sevmeyi öğreniyor. Şehir bazen böyledir, olur olmadık anlarda, olur olmadık şeyleri sevdirir insana. Ne yapalım bize de kabullenmek düşer, hele de metrobüste oturmuşken…

Bugünlerde acayip bir adam oldum ben sayın okuyanım. Mesela dün mutfakta ocağın karşısına oturup, pişmekte olan et soteye karşı gitar çaldım, şarkı söyledim. Et sote pek yadırgamadı ama sevindiğini de belli etmedi. Öküz ne anlar müzikten değil mi? Şimdi ölmüşün arkasından konuşmakta olmaz ama yemişim ölmüşünü, daha doğrusu az sora yiyeceğim. Ama belki de ölmemiştir, bu da bir yaşama biçimidir, içimde yaşıyordur.  Evet, içimde bir öküz vardır. Daha doğrusu dana… Ben o danaya serenat yapıyorumdur. Her erkeğin içinde vardır diyeceksiniz ama benimki başka. Mis gibi kokuyor tavada bile, güzel...

Güzel şeyler düşününce insanın ruhu canlanıyor galiba. İçimdeki dana bile iyi hissediyor falan… Onu bunu bilmeme ne yaparsanız yapın, içinde güzel bir şeyler olsun; et sote dahil. Bu arada Metrobüs boşalmaya başladı. Ben son durakta inmeyeceğim ama inesim de gelmiyor değil. Dipsomania bende böyle bir his uyandırıyor. O değil de; Peş peşe araçlara binsem ve hepsinin son durağında insem, kendimi nerede bulurum acaba? Sen çıksan şimdi okuyanım, ilk gelen araca binsen, son durakta insen, peş peşe benim yaptığım gibi önüne gelen araçlara binip, son duraklarında insen, aynı yerde buluşur muyuz? Yani ikimizin de son durağı aynı olabilir mi? En son durak hangisi ola sayın okuyanım? Nasıl ola, kim ola, kim kala o durakta...

Yok yok bu düşünceler pek hayra alamet değil. Gidip tavuk sote yapayım tavada mis gibi, hazır dana eti baya pahalanmışken, gitar çalayım tavuk soteye karşı mutfakta yalnız ve yalnızca. Belki içimde bir tavuk vardır. Onun da ruhunun beslenmesi gerekiyordur. Öyle işte, galiba midemden çok ruhum aç benim. Ne çok hayvanat var içimde!

6 Kasım 2012 Salı

"Üç kişi" yetmez ama...(Tiyatro Eleştirisi)


     Mekanartı isimli küçük tiyatronun, küçük kafeteryasında kahvemin gelmesini bekliyorum. Gireceğim oyunun broşürünü inceliyorum ufaktan. Ryûnosuke Akutagav'nın metnini,  Ufuk tan Altunkaya uyarlamış ve yönetmiş; Proje koordinasyonunu Didem Kaplan üstlenmiş. Oyun içinde geçen videoların kurgu ve tasarımını Baran Oğuzlar yapmış; Arda Çetinkaya, Berrin karabaş, Cihan Esen, Neşem Akhan da az sora oynayacaklar... İki dakika oldu olmadı kıvırcık çocuk kahveyi önüme koyuveriyor. Burun deliklerime çekiyorum kokusunu, mis gibi filtre kahve… Ne güzel ulan diyorum şu özel tiyatro. Şimdi kurum tiyatrosu olsa makineden alacaktık. Yahut self servis şekli zorlayacaktık bünyeyi. Tiyatro senin için kafeterya mıdır be adam, diyeniniz olacaktır. Merak etmeyin değil, salonu, sahnesi de değil, dekoru kostümü bile değil. Olsa olsa; Tiyatro felsefesini gösteren, göstermekle kalmayıp savunan, üstelik iyi de savunuyorsa tadından yenmeyen ekibin üretimidir benim için tiyatro… Bir fırt daha alıyorum kahveden, ne de güzel yapmış diyorum. Bağırıyorum tezgahın oralarda yerleri temizleyen 'kombo' elemana: “Eline sağlık!”. “Ben yapmadım ki…” diyor. “Makine yaptı!”. “Olsun.”, diyorum “Sen getirdin…”. Gülüyor, işine devam ediyor. Çünkü çok işi var. Tiyatronun görünürde ki tek çalışanı o.
     On beş dakika arayla alıyorlar salona. Salon dediysem yanıltmasın sizi. Boş bir mekanın, bez perdeler ve yükseltilerle bölümlenmiş hali. Pek bir kurgusal ama içten, yerli bir şairden yabancı bir şiir duymak gibi samimi… Benim sıram geliyor. İlginç bir deneme olduğunu biliyorum, beklentim çok ama beklentiden çok kaygı var içimde. Haksız da değil kaygım. Benim jenerasyonumun tiyatro çocuklarından kötü bir “şey” izleme potansiyelim ürkütüyor beni. Kurum tiyatrolarında çoğunluğu oluşturan abileri ve ablaları gibi sahnede yaratığa dönüşmelerini görmeyi kaldıramam. Zaten haftalardır kurum tiyatrolarında yaratık oyuncular ve biçimsiz oyunlar izlemişim. Dermanımı aradığım bu küçük tiyatrodaki yenilikçi çocukların oyunculuklarının ve sanat eşiklerinin onlar kadar  olduğu gerçeğini kabullenemem. Oralara verdiğim üç kuruşluk paraya bile acırken, en az dört katını vermiş olduğum bu topluluğun beni hayal kırıklığına uğratmasına dayanamam. Tiyatronun kafeteryasında bin bir türlü kaygıyla boğuşurken, kapıdaki çocuğun komutuyla içeri dalıyorum. Parkurda ilerleyip, barkovizyonun karşısına oturuyorum. Video başlıyor, ünlü isimler oyun karakteri olarak karşımızda beliriyor ve idrak sürecim başlıyor.
     Hemen fark ediyorum, ne de ustalıkla oynuyorlar çıplak bir kameraya karşı ustalar. Boşuna usta olmamışlar hani. "Çağının oyunculuk biçimini ne enfes yakalamış orta yaşlılar oyuncular bunlar." diyorum ama benim aklım fikrim performanslarda… Ona da geliyor sıra. Genç çocuk, karakteriyle karşıma oturuyor. Gözlerinin içine bakar bakmaz kaygılarım uzaklaşıyor. Konuştukça, gerginliğim gidiyor. Yumuşuyorum. Kendimi oyuna kaptırıyorum. Hafiften de tedirgin olmuyor değilim. Ama her hareketinde karşımdaki, benim yaşıtım tiyatro oyuncusunu takdir ediyorum. Derin bir oh çekiyorum ve kurguya kaptırıyorum kendimi… Sırasıyla iki kişiyle daha eğleşiyorum on beşer dakikadan. Oyun bitiyor. Kafeteryada buluyorum kendimi. “Geçmiş olsun.” Diyor, görevli çocuk hafif tebessümle. “Çok sağ olun.”, diyorum. Sarhoş bir tebessümle düşüyorum yola…
     Oyunun şekli şemali bir yana, sahnede insan görmenin verdiği ‘Hakkedilmiş mesleki sevinçle’ bir oyundan ayrılmanın verdiği hazzı hatırlıyorum. Oyunun eksiği var mı var ama ilgilenmiyorum... Orası bira yanında fıstıkla yapacağımız muhabbetin konusu olsun, sayın okuyanım. Biz şimdi Türk Tiyatrosunun genç-yaşlı dinozorlarını müzede görme umuduyla, ‘Homo sapiens’in dirilişini kutlayalım... Üçün beşin hesabını yapmak bize düşmez ama “Üç kişi” de yetmez be okuyanım. Artarak çoğalalım. Halka, edebiyatın gölgesinde kalmış bir takım tiyatro biçimleriyle, robotik ve bilinçsiz oyunculuklar sergileyen tiyatroların ötesinde, sanatın amberini içmiş gençlerin yaşayan, temas eden tiyatrolarını aşılayalım. Bizim de bir tiyatromuz olsun be okuyanım. Kurum sahnelerinin içinde oyun kisvesiyle dönüşen şeylerin çoğu bizim değil sanki… (İstisnalar kaideyi bozmuyor, maalesef bozmuyor. Ah, bir bozsa...)

16 Ekim 2012 Salı

Yazık şiire

Beni geç sola dön,
Sendeki beni göreceksin
Biraz tuzsuz tatsız olabilir
Artık idare edeceksin.
Yok, öyle patavatsız değil,
Tıpkı senin istediğin...
Kırmaz, incitmez falan
'İdeal erkek' dediğin.

Al senin olsun ama sıkılırsın
Yavan gelir bu estetik
Kusursuz da sinir bozar
Aşkta yok matematik...

Yok be tatlım kırgın değilim,
Kim bu içimdeki, çözemedim
Oyaladık seni de baya,
Mutlu sona gelemedim.

Ne kötü bu kafiyeler
Yazık şiire
En çok da bize
Varamadık sevgiye.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Sana yazdım okuyanım...


Bayadır yazmıyordum sayın okuyanım. Yazıyordum ama senaryo, tiyatro oyunu, plan proje falan… Bir halt yazmıyordum anlayacağın. Az önce şunu düşündüm; sana 'sayın okuyanım' diyorum ama hiç kaldın mı bilmiyorum. Mesela asansörde kaldın mı ya da metrobüsün inmeye yazamayacağın bir noktasında öylece, sıkışıp, kontrpiyede kaldın mı… Peki o an zorunda kalmış olsan bile, neyi seçtin... Yani çaresizlik içindeyken bile hayata saygısızlık yapmamayı seçtin mi diyorum… Sadece bu yüzden saygılı yaklaşmaya çalışmıyorum sana, şu ipe gelmez yazılarımı okuma özverine hayranlığımın bir ifadesidir ‘sayın’ hitabetim… Evet, sana saygı duyuyorum, hiç tanımadığım halde. Ama ben bunu anlatmak istemiyordum... Kısacası seni bilmem ama beni de bilemiyorum. Mesela bu ben beni bilmezken, sen beni biliyorsun ya, işte ben seni bilmiyorum ki… Ne biçim cümleler kurdum gece gece, alkol malkol almadım. Hiçbir şeyin kafasında da değilim. Ne biliyim, böyleyim bu aralar. Karışığım. İşe güce sardım, seni de boşladım biliyorum… Merak etme arayı kapatacağım. Ben yokken neler oldu mesela… haydi anlatsana, evet monitöre anlat. Delice biliyorum. Şu an okumaya ara ver ve monitöre doğru konuş. Aman hep dik dik bakıyorsun nesneye, bir kere de konuşsan ölür müsün... Anlaşıldı yapacağın yok ama sen anlatmışsındır belki diye, sıramı alıyorum. Ben... Masaüstümün arka planını değiştirdim. Böyle tüylü tüylü hayvanlar var artık. Birbirlerine öpücük atarlarken görüntülenmişler. Hiç de farkında değil şapşallar. Onlara baktıkça içesim geliyor. Bu Windows adamı bozuyor galiba… Merak etme içsem de sarhoş olamam zaten, şehir buna hazır değil. Buna dediysem götü başı dağıtmaktan bahsetmiyorum.  Anladım,  bu şehrin şaire, yazara ihtiyacı yok. Şehir planlamacısına ihtiyacı var. Yola, yöne ihtiyacı var. Affedersin trafikte beklemekten götüm başım ağrıdı. Şimdi ben sana neyin şiirini yazayım? ‘Ayakta sevişenler’ diye acayip isimli öyküler mi yazayım. Ne yapayım, edebiyattan uzaklaştım. Hazır uzaklaşmışken de bunu yazdım. Fena mı yaptım...

30 Ağustos 2012 Perşembe

Artık Yalnız Aşk

Bir kadın üzülürse
Çirkinleşir erkeği
Bakar yüzüne yine de
Ama eksik

Kadın sever yine de
Kötü bir alışkanlık gibi
Her adımda silinir
Erkeğinin sureti

Bir kaç güne kalmaz
Alışkanlıklar da ölür
Kör temasları
Taptaze acıları
Yalnız
Dostlar görür

Kadındır oysa
Bir erkek yaratan
Zaman süzülür
Posası kalır anıların

Zordur çift kişilik sevdalar
Olgunluğun arifesinde
Yarım yamalak sevişenleri
Tarih unutmaz
Artık
Yalnız
Aşk...

15 Ağustos 2012 Çarşamba

küskün aşıklar

Ben sana küsmedim
Gözlerine
Susuyorlar dik dik
Kaçıyorum

Sana kızmadım
İnat sözlerine
Görürsün diye
Umuyorum

Takatim yok yenilmeye
Ellerinden uzak kalamam ki
Şimdi bir şey olur
Yumuşarız
Eskisi gibi elele
Dolaşırız
Gece gece

Ne zormuş
Yakınken
Adım atmak
Uzağına

Kolay değil
Böylesi pervasız
Sevmek birini

Varsa Naneli sigaran
Ver de gevşeyelim
Vapur kalkmadan
Daha eve gideceğim

3 Temmuz 2012 Salı

Ne biliyim

Şehir müzikli bu gece,
Rüzgarın solosu
Köpek eşliğinde
Cengiz bir destan gibi
Kulağıma çalınıyor...

Bir uçak geçiyor,
Burada olduğumu biliyorum,
Uçağın içinde olmayı dileyip,
Solosunu dinleyip
Müziğini duyuyorum.
Acayip pesimist triplerde
İstanbul'a inliyorum
Sessiz...

Orhan Veli'yi anıyorum,
Gözlerim apaçık,
Şehir zaten kaçık,
Yapmadığım seyahatler var
Duymadığım enstrumanlar
Hiç bir uçak aynı ötmez mesela
Konumuzla ilgisi yok
...
Paramparça edebiyatımda
Kendimi arıyorum...

Bilmiyorum be oğlum
Hiç yaşamadığımı sanarken
Nedensiz ölmekten
Korkuyorum.

14 Haziran 2012 Perşembe

Kolay mı (Şiir)

Ne var o çantada
Ayrılırken bile ilk onu aldın
İlk o geldi benden kurtarmak istediğin
Aldın
Kaçırdın benden
Kendinle birlikte...

Bu oyun artık boş bana
Devamını izlemesem de olur
Böylesi boşken koltuğun
Neyleyim Tiyatroyu
Neyleyim Sanatı...

Evet
Anlıyorum
Oyun kötü
Peki hayat
Hayat iyi mi güzelim...

Ne yapayım şimdi hayatı
Sen gibi kolay
Sen gibi çabuk
Çantamı alıp öylece
Ayrılamam ki...

Tanınmayana

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Nesin...

Benim olursun bu gece de
Kıskanırım falan, ayıp olur
İstanbul zaten küçüldü
Bir gören falan olur
Utanmaz derler cismimize

Seni isterim istanbul'dan
Ama vermez bilirim
Sabah sevişmeleri falan yaparız
Öyle geçiştirip zamanı
Sonra şehre kaçarız
Kahvaltılar, gezmeler
Küf kokar bir yanımız

Ateş oluruz birlikte
Yanar neremiz değse
Bu şehir sevişenleri sevmez
Bilir ama karışmam
Ne düşünsem ona kaçar
Masumluk yiter gider
Şu kocaman bünyem
Kül olur kollarında

Ölürüm ölmesine de
Benimle ölürsen...
Bilirim hayatı seversin
İstanbul'u bahane edip
Beni de vazgeçirirsin
Sen var ya sen
Nesin ulan, nesin
Ne acayip şeysin

22 Mayıs 2012 Salı

Tiyniyetsiz Öyküler Serisi Vol II - Takım Çantası - Yine Pazar


Yine o pis sıkıcı iç karartıcı günlerdan biri. Bir Pazar günü. Tanrının bile dünyayı yarattıktan sonra hiç bir şiye yapmadan, ayaklarını uzatıp dinlenmesine şaşmamalı. Böyle günler tanrının bile hiçliğin kuytuluğunda yorulmasına yol açabilir. Dünyada neler oluyor haberim yok. Gündemi takip etmiyorum. Uzun süre önce bıraktım. Gündemin medyanın bana gösterdiği kadar olduğu gerçeğini sevmiyorum. Taze ve tarafsız bilgiler bulana kadar varoluşum zeval görmediği sürece gündem beni bağlamayacak! Kendime sözüm var. 

Şu boğucu günde ne yapmalıyım? Akrabam yok, ailem yok, arkadaşlarım yok. Benim olmayan hiç bir şeyle ilgilenmiyorum.  Bu günün geçmesi gerek, bitmesi gerek. Hemen hafta başı gelmeli. İş başı yapmalıyım. Ofis çalışanlarının o meymenetsiz, içten pazarlıklı ve yüzeysel surat ifadelerini bağımlı bir rutinlikle karşılamalıyım. Başını bilmediğim sonunu ise göremediğim hayatımın sadece ortasında olduğumu bile bile o sikko işe gidip, önüme gelen evrakı imzalamalıyım. Sevdiğim için değil, hep öyle yaptığım için, ihtiyacım olduğu için... Bu boğucu günün geçmesine ihtiyacım var. Hobiler edinip, beynimi oyalamak istemiyorum. Ne istediğimi de bilmiyorum, ilgilenmiyorum. Gün geçmeli, yarınım gelmeli. Elimde olan tek şey yarınlarım. Tüm bilinmeyenler yarınlarda saklanmış, beni bekliyor. Mesela, bir gün ansızın umutlanabilirim! Geçmişte yatağa attığım o kaşarlardan birine evlenme teklif etmek isteyebilirim. Düzenli bir hayat kurmak istediğim için falan değil, onu ömür boyu bedava düzmek için… Ama hayır, o gün bugün değil. Bugün dünya hiçbir şeyimi hak etmiyor...

Midem, midem yanıyor. Kahvaltı! Belki de kahvaltı yapmalıyım. Bu işi evde bitirmeliyim, hiçbir insan evladının suratını görmek istemiyorum. Koltuktan kalkmalıyım, mutfağa adım atmalıyım. Öyle de yapıyorum. Koridordayken mutfakta birikmiş çöplerin kesif kokusu burnumu çalıyor. Çürük kokusu, ruhumu okşuyor. Bu kokuya çok alıştığımdan beni evimde hissettiriyor. Mutfağa girer girmez koku dayanılmaz bir baş ağısıyla burun direğime vuruyor. Öksürüyorum ama ciğerlerimi umursamıyorum. Ciğerlerimi hissetmiyorum. Orada olup da varlığını görmediğim, dokunamadığım hiçbir şey benimmiş ve gerçekmiş gibi gelmiyor. Bu noktada ciğerlerime inanmıyorum. Dolaptan aldığım yumurtaları rafın üstüne koyuyorum. Üstündeki derin çizikleri saymazsak hala teflon sayılabilecek tavamı ocağın üstündeki tek boşluğa yerleştiriyorum. Gazı açmak için elimi refleksle vanaya uzatıyorum. Vananın yerinde olmadığını fark ediyorum. Onu sinirle kırışmı hatırlıyorum, mutfağı öfkeyle terk edişimi… Diğer vanalar yerlerinde öylece duruyorlar. Onlara dokumak istemiyorum. Bugün bu evde açılan tek vana o olmalı. Parmaklarım demir çubuğu kavrıyor ancak döndüremiyorlar. Parmaklarıma küfürler ediyorum. Bir vanayla baş edemediğim gerçeğini kabullenemiyorum. Geriye bir tek ihtimal kalıyor. Alet çantası! Evet, geçtiğimiz hafta kapıma kimin bıraktığını bilmediğim o çanta, takım çantam! Koridorda yanından geçtiğimi anımsıyorum. Dönüp çantayı açıyorum. İçlerinden işime en çok yarayacak aleti seçiyorum. Bir pense görüyorum, elime alır almaz avucumun yumuşak malzemesini kavradığını hissedebiliyorum. Buna sevinmiyorum. Hemen ocağın başına dönüp penseyle demir vanayı kavrıyorum. Hayvani bir hırsla çeviriyorum, gaz geliyor. Ocağın çakmağı gazı ateşliyor. Gazı yakıyorum. Pensemin sayesinde... Penseyi kullanmanın verdiği hazzı hissetmekle meşgulken tava kızıyor. Yağı üzerinde gezdirip, yumurtaları kırıyorum. Sarı toplar olgunlaşır olgunlaşmaz, ateşi kesmek için pensemle vanaya dayanıyorum. Çeviriyorum kapanmıyor. Biraz daha güçlü çeviriyorum, hayır kapanmıyor! Biraz daha ateşin üstünde kalırsa turuncusu kaskatı kesilecek yumurtalarımın piştiği tavayı ısıdan kurtarmak için havaya kaldırıyorum. Koyacak serin bir bulamıyorum. Ocak yanıyor, kızgın tava elimde, kocaman mutfakta hiç boşluk bulamıyorum. Bir elimde tava, bir elimde pense, İstanbul’da bir mutfakta kalakalıyorum. Pazara küfrediyorum. Tüm suçu Pazar gününe atıyorum. Aldırış etmiyor. Penseyle vanayı olanca gücümle kavrıyorum. Tüm gücümle vanaya yükleniyorum. Ne oluyorsa o an oluyor. Vanaya sıçrayan yağ yüzünden pense vanadan kayıyor ve avucumu kızgın ocak demirine yapıştırıveriyorum. Çığlık atıyorum. Ses evin boşluğunda yankılanıyor. Tüm gücümle elimdeki tavayı hırsımı alamadan duvara fırlatıyorum. Yumurta duvara yapışıyor, usulca yerçekimine kapılıyor. Bildiğim her şeye küfrediyorum ama elimin acısı geçirmiyor. Bana buz lazım, sıfır derecenin altında herhangi bir su formu! Buzluğa yöneliyorum. Kapağı açar açmaz, yersular süzülüyor. Buzluğun bozulduğunu böyle bir zamanda fark etmek beni sinir krizine sokuyor. Buzdolabına Penseyle darp veriyorum. Hemen musluğa abanıyorum ama makus talihim beni yanıltmıyor. Suların kesik olduğun fark eder etmez, belediyeye küfrediyorum, küfürlerim dolaylı olarak devleti de etkiliyor, umursamıyorum memuriyet başında değilim. Elimin acısı tüm gövdemi kaplıyor. Çaresizce kendimi dışarı atıyorum. Su saatinin vanasını kontrol ediyorum. Üstündeki mührü görür görmez, küfürlerimi belediyeye değil, bankama yönlendiriyorum. Otomatik ödeme talimatım olmasına rağmen neden hesabımdaki paralardan ödemediklerine küfrediyorum. İçeri koşup pensemi alıyorum. Bir hamlede mührü koparıp vanayı çeviriyorum, içeri koşup musluğu açıyorum ancak su akmıyor. Şimdi devlet su işlerine küfretme vakti… Ağzıma geleni sayıyorum, acıma bir de tarifsiz sızlama ekleniyor. Ne yapacağımı bilmez halde evde dolanıyorum. Elimi belki soğuktur diye cama dayıyorum ancak ateş kadar sıcak! Cama küfretmiyorum gerek yok. Kendimi apartman boşluğuna atıyorum. Karşı komşunun kapısını çalıyorum buz alırım umuduyla. Kapıyı açmıyor evde yok… Aşağı inerek önüme gelen her dairenin kapısını çalıyorum. Kimse açmıyor derken iki kat aşağıdaki bir dairenin kapısı çalar çalmaz daha önce binada hiç görmediğim bir kadın çıkıyor. Üstünde geceliğiyle, seksi vücuduyla bir iyilik meleği gibi duruyor karşımda. Yanık olmayan elime bakıyor. Neden baktığını anlamak için ben de bakıyorum. Elimde duran penseyi fark ediyorum. Yanan elimi gösteriyorum. Buz var mı diyorum. Yabancı bir dil geveliyor. Türkçe bilmediğini anlıyorum. Yüzüme aval aval bakıyor. “Ice!” diye bağırıyorum, “Ice!” Beni içeriye davet ediyor. Telaşla içeri girer girmez, benim dairemle aynı krokide olduğunu bildiğim dairenin mutfağına yöneliyorum. Buzdolabı yok! “Ice” diye bağırıyorum, “My hand” diyorum, “Burn!”, “Burn be kadın!” Kadın beni takip et işareti yapıyor. Takip ediyorum. Yatak odasında buluyorum kendimi. Yatağın başında küçük bir buzdolabı olduğunu fark eder etmez, yatağa oturup açıyorum kapağını. İçinde buz arıyorum ama yok! Parmağıyla işaret ettiği yere bakıyorum. Soğuk votka şişelerini görüyorum. Hemen bir tanesini alıp elimin açsına bastırıyorum. Elim bir anda rahatlıyor. Yavaşça hissizleşmeye başlıyor. Kadın acım gereç umuduyla, “Drink!” diyor, ardından ekliyor, “İçelim, güzelleşelim!” Kurduğu ilk Türkçe cümlenin bu olmasına şaşırmama fırsat kalmadan kendimi Rus votkasını kafama dikerken buluyorum. Türkçe kelimeleri neden bildiğiyle ilgilenmemeye kara veriyorum. O boyutu çoktan geçtiğimi, Tanımadığım, Rus bir kadının yatak odasında, yatağın üstünde bir elimde Rus votkası diğer elimde penseyle öylece durmakta olduğumdan biliyorum. Biraz daha dikiyorum kafaya, yüzüm gözüm ekşiyor. Ne sert şey şu votka! Yanıklarıma bir yenisi daha ekleniyor, artık içimde yanıyor! Kadına küfrediyorum. Beni anlıyor. Karşılık veriyor, hem de Türkçe. Bir süre küfürleşiyoruz. Beni anlıyor, umarsızca küfrediyor. Sinirlenip evi terk etmek üzere hareketleniyorum. Eliyle beni yatağa itiyor. Pantolonumu çıkarmaya çalışıyor. Elimdeki penseyi dolabın üstüne koyup hiçbir şeyi garipsemeden işe koyuluyorum. Acımı unutmam gerek. İşim biter bitmez, rahatladığımı hissediyorum. Bu kez de karnımın açlığı başlıyor. Açım diyorum, “I’m hungry”. Elini yatağın yanına atıp, bana bir mesir macunu uzatıyor. Afiyetle yiyorum, şekerli gıdayı. Elimin açsı geçmeye başlıyor. Votkaya abanıyorum. Sarhoş oluyorum. Gitmeye niyetleniyorum ancak kadın bırakmıyor. Para ver diyor. Money! Benden para istiyor, o an anlıyorum bu kadının bir serbest meslek erbabı olduğunu. Bu kez de para vermemek için mücadelem başlıyor. İtişip kakışmaya başlıyoruz. Bana bir yumruk atıyor. Afallamamı fırsat bilip, suratıma eline aldığı şişeyle vurmaya çalışıyor. Korkutmak için buzdolabının üstündeki penseyi elime alıp ona doğru sallamamla, kadının kaşını yarmam bir oluyor. Kanlar akıyor, kadın öfkeden kuduruyor. Şişeyle kafama vuruyor. Sinirden ne yapacağımı bilmez halde bir kafa atıyorum kadına. Bayılıyor. Ölüp ölmediğini merak ediyorum. Nabzı belli belirsiz atıyor. Elimi yatağın çarşafına  temizliyorum… Etrafta kimliğini arıyorum, bulamıyorum. Çantasını karıştırmaya başlıyorum ülkeye kaçak yollarla girdiği görüyorum ve polise gidemeyeceğinden emin oluyorum. Ancak bir satıcısı olabilir, benim peşime düşebilir. Bu beni korkutuyor, davalarla, tutukluluklarla uğraşmak istemiyorum. Dayanamayacağımdan değil, uğraşmak istemediğimden. İşimi sağlama almam gerektiğini düşünüyorum, garantici yönümü seviyorum. Kadını yatağın üstüne yatırıyorum. Pensemi arka cebime atıyorum.  İçki şişelerini yatağın üstüne ve tüm odaya boşaltıyorum.  Kapı kolundaki ve etraftaki parmak izlerimi siliyorum ne olur ne olmaz diye. Odayı ateşe verip, çıkıyorum. Ateş odayı kaplıyor. Hemen ve sessizce dışarı çıkıyorum. Gaz vanasını kapatıyorum ki bina havaya uçmasın.

Hemen daireme çıkıyorum. Az sonra binadakilerin çığlıklarını duymaya başlıyorum, ateş apartman boşluğuna yayılmadan binayi terk etmeme gerektiğini biliyorum ama önce kaçarsam şüpheleri üstüme çekerim korkusuyla, dairemden çıkamıyorum. Üstümdekileri çıkartıp, sabahlığımı giyiyorum. Kapı çalıyor. Acıyorum, aşağı katlardaki yardımsever öğrencilerden bir kaçmam için beni uyarıyor. Teşekkür ederken bir anda irkiliyorum. Hemen geri dönüp pantolonumun arka cebinde bulunan penseyi takım çantasına koyup, tüm gücümle kendimi binanın dışına atıyorum. İstanbul itfaiyesi her zamanki gibi geç kalıyor. Ancak yeterince değil, ateşler benim yatak odama sıçramadan yangın kontrol altına alınıyor. Kadının satıcısı geç kalıyor, Elena diye bağırıyor. İtfaiye içerde yanmış bir ceset bulduklarından bahsediyor. Adam duyuyor, telefonuna sarılıyor. Bir insanı, dahası canlıyı kaybettiğine değil de, arabasının bir kazada pelte çıktığına üzülen bir edayla telefonda birilerine dert yanıyor. Elim, elim yanmaya başlıyor. Buz bulmalıyım, yeniden.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Tiyniyetsiz Öyküler Serisi Vol I - Pazar Sabahı


   Yine o sıkıcı Pazar günlerinden biriydi. Yarıma kadar uyumuş, yine de uykumu alamamıştım. Sıkıcıydı… Yalnız bir adam için oldukça sıkıcı... Mutfak birbirine girmişti. Bir yudum su içmek için bir bardak yıkamam gerekiyordu ve ben bir bardak yıkamak istemiyordum. Özellikle de bu iç bunaltan Pazar gününde… Damacananın musluğuna ağzımı dayadım ve var gücümle pompaya yüklendim. Pompadan gelen rahatsız edici uğultu sesinin ardından dudaklarıma su geldi, memba suyu. Normalde su tüketen bir insan değilimdir. Suyu meşrubatların ve gün boyu elimden düşürmediğim bardağımın içindeki çay veya kahveden özümserim. Ben bu şekilde evrimleşmiş bir canlıyım, hiçbir şeyi tek başına sevmeyen… Ne garip tadı vardı bu sade suyun. Suyu dahi şekerli içmek istiyordum ama midemin kaldırmayacağı korkusu bu isteğimi engelliyordu. Hava kapalıydı. Dışarıda rüzgâr esmekteydi. Esen rüzgâr balkonun metal penceresini rutin bir ritimle çerçevesine vurmaktaydı. Bu ses sinirimi bozuyordu. Ancak pencereyi onarmaya yetecek morali kendimde bulamıyordum, evrenin başka bir yerinde olduğunu da sanmıyordum. Bu Pazar günleri bütün yaşam enerjimi elimden alıyordu. Oysa çoğu memur hafta sonlarını iple çeker. Ben öyle bir memur değilim. Ben çalışmayı seven bir memur da değilim. Bir PTT şubesinde tüm gün önüne gelen evrakları imzalamak kimsenin seveceği bir iş olamaz. Ancak bir şeylerin değersiz yaşamımı doldurması iyi oluyor. Böylece gerekli şeyleri düşünmeme vakit kalmıyor. Başka birileri için anlamlı olan bir şeylerin onaylarını vermek tüm yaşantımı alıyor. İşe erken gidebilirim, bu sayede daha çok vaktimi öldürebilirim. Çünkü kimsenin farkına varmadığı cinayetleri insan bu şekilde işler, kendinden bir şeyleri öldürerek… Bu Pazar günleri içimi sıkıyor. Sabırsızlıkla geçmesini bekliyorum. Çünkü top oynayabileceğim bir oğlum yok. Oğlumu doğuracak bir eşim yok. Eşim olacak bir kadın yok. Evlenmem için ısrar edecek bir ailem yok. İstanbulda kendim dışında düşünmem gereken herhangi biri yok. Olmasın da, başka birilerine ihtiyacım yok.

Kahvaltı yapmam gerekiyordu. Ancak dolapta hiçbir şey kalmamıştı. Ne bulsam yiyebilirdim. Hiçbir şey kalmamıştı. Çaresiz markete gitmek zorundaydım. Çünkü bu sıçtığımın semtinde hiç bakkal yoktur. Bakkal iyidir. Evine yiyecek getirebilir. Deftere yazabilir. Toplu bir şekilde para verebilirsin. Market ise peşin parayla çalışır. Kart geçerlidir. Benim ise cebimde hiç para olmaz. Karttan tek çekim yaparım. Memuriyetten kazandığım paraları hiçbir zaman fiziki olarak göremem. Bu bir hastalık, çağın hastalığı ama ilgilenmiyorum. Olan olmuş. Düzen kurulmuş. Ben değiştiremem… Semtteki tüm bakkallar mağlup olmuş durumda ve ben o markete gitmek zorundayım. Akşam olsaydı iş değişirdi, lokantadan istediğim yemeği eve getirebilirdim. Gerçek bir lokantadan, pos makinesi olan… Şimdi ise bakkala gitmek zorundayım. Sırf bu yüzden bile Pazar günlerinden nefret edebilirim. Keşke bu dandik apartmanın sekizinci katında oturmasaydım… Bu sekiz katlı ve asansörsüz apartmanın… Keşke bir kapıcımız olsaydı. Belki o zaman apartman bu kadar dandik gözükmezdi gözüme. Bakkallar gibi kapıcılar da mağlup oldu. Onları doğalgaz sektörü mağlup etti. Kalorifer ısısından vazgeçen kentliler, onları birer hamam böceği gibi yaşadıkları en alt kattaki inlerinden kovaladılar. Kendi dibini kendi ısıtan apartman insanları onlardan da vazgeçtiler. Tıpkı geniş ürün yelpazesi bulunmayan bakkallardan vazgeçtikleri gibi… Ben çaresizce sekiz katı inip, o yiyecekleri büyük marketin en arka bölümünden tekerlekli sepete doldurup, kasada sıram geldikten sonra da karttan tek çekimle ödemeyi yapıp, sepetin konforundan vazgeçmek zorunda bırakılarak, elimde torbalarla apartmana yürüyüp, apartmanın en üst katına çıkmak zorunda kalacağım!

Üstüme eşofmanlarımı giydim. Anahtarı ve kartımı kontrol ettikten sonra dairemin kapısı araladım. Adımımı atar atmaz ayağımda tarif edilemez bir acı duydum ama bağırmadım. Kendime küfretmeyi seçtim. Yapılacak en iyi şey buydu. Peki ayağıma çarpan bu şey neydi?

Yerde duran kutuyu o zaman fark ettim. Postacı ben zilin sesini duymayınca kapıya bırakmış olmalıydı. Boyu yaklaşık seksen santim, eni otuz santimlik, yerden ise otuz santimetre yüksekliğinde olan bu kutunun içinde ne vardı? Daha önemlisi bunu kim göndermişti. Tüm soruların cevabı kutunun içindeydi.

Önce üstünü inceledim. Üstünde benim adım yazıyordu. Ancak gönderenin adı yazmıyordu. PTT barkotlu bir hızlı gönderiydi. Ancak şirket politikamızda gönderici adı yazmayan bir gönderi katiyen teslim alınmazdı. Böyle bir hatayı hangi şube yapmış olabilirdi. Bunun nasıl bir hukuki soruna yol açacağını bilmiyorlar mıydı? Çok sinirlendim. Bu şubeye çok sinirlendim. Şube ismi silinmişti. Sanırım taşınırken sivri bir şeyler zarar vermiş olmalıydı. Bunu yapana da sinirlendim. Mevcut olduğum sinirden pay ayırmadım, sırf bu kargocu için yeni sinir yarattım ve bünyemdeki sinir ikiye katlandı. Hemen barkot numarasından hangi şubeye ait olduğunu bulmak için internetin başına oturdum. Bilgisayar yaklaşık beş dakikada açıldı. İşletim sistemi içinde ayrı bir sinir yarattım. Ne boktan bir işletim sistemiydi! Derken rüzgârın şiddetlenmesiyle rutin ses çoğaldı. Balkona baktım. Pencereler, ah bu pencereler. Sinirime sinir katıyorlardı. Hemen barkodu sorguladım. Ancak böyle bir gönderi bulamadım. Sisteme girmemişlerdi! Bu nasıl mümkün olabilirdi! Ne büyük bir hataydı, ne yapacak ne edecek bu yanlışı yapanları er ya da geç bulacaktım! Şimdi sıra içindekine bakmaya gelmişti. Kutuyu elimle yırtarak açtım. İçinden çıkan şey beni oldukça şaşırtmıştı.

Kutunun içinden bir takım çantası çıkmıştı. Takım çantasının içinde ne vardı? Cevabı öğrenmek için açtım ve içinde eksiksiz bir onarım takımının olduğunu gördüm. Çekicinden tornavidasına her şey vardı… Bunu kim ve neden göndermişti? Kayıt yapmayan şube yüzünden bun asla öğrenemeyecektim! İçimdeki sinir… Pencere şiddetle çerçevesine vurdu ve sinirimi üstüne çekti! Alet çantasından bir çekiç aldım ve balkon kapısına yöneldim. Dışarıda bir fırtına çıkmıştı. Yağmur camları yumrukluyor ve açılan camlardan içeri nüfuz ediyordu. Pencereyi kapatmaya çalıştım ama mekanizması sıkışmış olacak kapanmıyordu. Elimdeki çekiçle metal pencerenin mekanik aksanlarını dövmeye başladım. Vurdukça ses metalde yankılanıyor ve daha çok sinir bozucu bir ses çıkartıyordu. Bunun sonu yoktu, öfkemi kusmadan bu balkondan ayrılmayacaktım. Vurdum, defalarca vurdum, artık tamir etmek çini değil sökmek için vuruyordum. Rüzgâr pencerenin imdadına yetişti ve elimdeki çekici üstüne yollayarak çekicin sekiz kat aşağı düşmesine neden oldu. Çekiç rüzgârdan etkilenmeyerek aşağıya doğru kararlılıkla salınıyordu. En sonunda binanın küçük bahçesine düştü. Eğer mermer merdivenlere düşseydi kırabilirdi. O zaman apartman insanlarıyla yüzgöz olmak zorunda kalabilirdim. Sinirimi onlardan çıkartmak zorunda kalabilirdim. Ama böyle bir şey olmadı.

Şimdi daha önemli bir sorunum vardı. Takım bozulmuştu. Çekiç bu takımın önemli bir üyesiydi. Bir inşaat işçisi olmamama rağmen çekicin takım çantasının olmazsa olmazı olduğun biliyordum. Takımı bozamazdım. Eğer tornavidalardan biri düşseydi bu kadar etkilenmezdim ama çekiç önemliydi. Biricikti, hiçbiri bu çekicin yerini tutamazdı, onun kadar çevik ve etkili olamazdı. Keser bile! Ne yapmalı ne etmeli o çekici oradan almalıydım. Sonra da markete gidip yiyecek bir şeyler alabilirdim. Ya da dönerken alırdım, çekiçle markete girmek sorun yaratabilirdi. Kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Sabah sabah kimseyle tartışmak istemiyordum. Ancak; Çekici alıp yukarı çıkıp, eve bırakıp sonra yeniden markete de gitmek istemiyordum. Çekice bir şey olma ihtimali vardı. Ya marketten geldiğimde onu yerinde bulamazsam diye düşündüm. Bu da bir ihtimaldi. O zaman takım ebediyen bozulacaktı ve hiçbir çekiç, takım çantasındaki boşluğu doldurmaya yetmeyecekti. Şüphesiz o çekici almalıydım. Aldıktan sonra ne yapacağıma karar verebilirdim. Bunun bilinciyle aşağıya indim.

Bir sorun daha karşıma çıktı. Apartmanın zemin katındaki bahçeye bir giriş bulamadım. Yüksek çalılardan ötürü dışarıdan da giremiyordum. Geriye tek çare kalmıştı o da kapıcı dairesini kullanmaktı ve Bir kapıcımız yoktu! Büyük bir umutsuzlukla boş olduğunu bildiğim kapıcı dairesinin kapısını çaldım ve üç saniye sonra kapının kilitlerinin açılma sesini duydum. Oysaki burada kimsenin yaşamadığından emindim. Kimdi bu?
Kapı açıldı ve içeriden bir kadın çıktı. Saçları kestane siyahı ve küt kesimli, cildi bir İngiliz kadar beyaz, kahverengi gözlü ve bir altmış boyunda, yirmili yaşlardaki bu kadın kimdi? Kadın öylece yüzüme baktı ve kapıyı açık bırakıp içeri gitti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Acaba seslenmeli miydim? Birini mi çağırmaya gitmişti! Evet, öyle olabilirdi. Bir süre daha bekledim. Ancak kimse gelmiyordu. Ne yapmalıydım. İçeri girmeli miydim? Bu bir davet miydi? Apartman insanları artık bu hale mi gelmişti? Hayır, hayır bu kadında apartman insanlarından farklı olan bir şeyler vardı. Ama neydi? Cevabı içerdeydi ve ben dışardaydım. Durduğum yerin yanlış olduğun fark ettim ve içeri daldım. İçeriden müzik sesi geliyordu. Tekno müziğin bas tonları beynimi kurcalıyordu. İçeri yürüdükçe sesler belirginleşiyordu. Salon kapısından girer girmez, içeride en az on kişinin olduğunu fark ettim. Giyimleri kuşamları acayip bu insanlar kimdi?

Hepsi kendinden geçmiş bir biçimde müziği dinliyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Beş erkek, beş kadın; Türlü türlü boylarda, türlü türlü biçimlerde toplam on insan! Bir partinin ortasına düşmüştüm ve kimse benle ilgilenmiyordu, benim eşofmanlı Pazar günü kahvaltısı durumumu garipsemiyorlardı. Kesinlikle uyuşturucu kullanıyor olmalıydılar. Ortalıkta hiç uyuşturucu kokusu yoktu, dikkatlice incelediğimde herhangi bir çakmak veya sigarada göremedim. O zaman kana karışan bir şey olmalıydı. Burunlarını inceledim… Sonra etrafa bakındım ve hiç şırınga bulamadım. Çok temkinli olmalıydılar. Ne yapmalıydım?

Çekiç! Çekicimi almalıydım. Kızın kulağına eğilerek bahçe kapısının nerede olduğun sordum. Ancak cevap alamadım. Biraz daha yüksek sesle sormak için eğildim ve yine cevap alamadım. Kendim bulmak zorundaydım. Salonda hiç kapı yoktu. Bitişikteki mutfağa bakmalıydım. Mutfağa gittim Mutfakta da yoktu. Geriye yatak odası kalıyordu. Yatak odasına sorgusuzca girmek mahrem sayılabilirdi. Girmeli miydim?

Girmek zorundaydım ve girdim. İçeri girer girmez buz kıpkırmızı kesildim. İki canlının yatağın üzerinde tepinmekte olduğun fark ettim. İnsanların mahrem alanına girmemeliydim. Yataktan gözlerimi kaçırdım. Artık içeri girmiştim. Onlar beni fark etmiş olabilir miydi? Fark etmiş olsalardı tepinme sesleri kesilirdi. Ancak rutin aralıklarla yatağın gıcırdama sesi devam ediyordu. O halde iki ihtimal vardı, ya beni fark etmemişlerdi. Ya da fark etmişlerdi ve bunu önemsemiyorlardı. O halde ahlaksız olmalıydılar ve belki de benim onları izlemem onları tahrik ediyordu. Yapabileceğim iki şey vardı ya odadan çıkacaktım ya da bahçe kapısını açıp yoluma devam edecektim. Bir seçim yapmalıydım ama ne?

Çıkamazdım. Gerisin geriye evime dönemezdim. Çekice bu kadar yaklaşmışken pes edemezdim. Kapının önünde bekleyip işleri bitip, dışarı çıktıklarında pişkince bahçe kapısına yönelebilirdim. Ya o zamana kadar başka biri bir şekilde çalıları aşıp çekici alırsa? Böyle bir ihtimal de vardı. Pişkinlik hakkımı şimdi kullanmalıydım, çekici riske edemezdim. Bunu yapacak kadar gözüm körelmemişti. Bahçe kapısına yöneldim tam kapıyı açacakken bir köpek sesiyle irkildim. Arkamı dönüp köpek sesinin geldiği tarafa baktığımda bir şaşkınlık daha yaşadım. Yatakta sevişen iki canlı da köpekti. Hem de kangal köpeği(?) İki kangal köpeği sessizce yatağın üstünde sevişiyorlardı, Pazar günü, bir apartmanın kapıcı dairesindeki bir yatak odasının yatağının üstünde… Bahçe kapısını açtım ve çekice doğru ilerledim. Çekici yerden aldım ve kapıya doğru yöneldim. Kapıdan içeri girer girmez köpekler üstüme saldırdı. İki azgın kangal köpeğine karşı fiziksel üstünlüğümü sağlamam gerekiyordu. Her biri neredeyse benim boyumda olan bu köpeklere karşı kendimi korumam gerekiyordu! Çekici korkutmak için üstlerine savurdum ama bu onları daha da sinirlendirmişti. Artık etimi koparmak istiyorlardı, beni alt etmek! Dişi olanı boğazıma doğru bir hamle yaptı. Çekiç son anda imdadıma yetişti ve köpeğin pekmezini yatağın üstüne akıttı. Diğeri daha da sinirlendi ve hayâlarıma saldırdı. Çekiç yine imdadıma yetişti ve köpeğin kafatasında telafisi mümkün olmayan bir yarık açtı. Bu köpekte diğerinin yanına devrildi. Yatak kırmızıya bürünmüştü. Demin yatağın üstünde sevişen iki kangal köpeği, titreyerek bu yatağın üstünde ölüşmekteydiler… Fazla bir süre geçmeden cansız bedenleri yatakla bütünleşti. Çekiç kanlar içindeydi. Yatağın temiz bir kısmıyla çekici temizledim ve belime soktum. Artık sadece bir alet değildi bir cinayet aletiydi. Peki, bir hayvan öldürmek cinayet sayılır mıydı?

Bir hayvan öldürmek sayılmayabilirdi ancak iki hayvan öldürmek katliama girebilirdi. Oradan hemen uzaklaşmalıydım. Salona gidip kimsenin yaptığımı fark edip etmediğine baktım. Herkes aynıydı. Artık gönül rahatlığıyla oradan uzaklaşabilirdim. Tam kapıdan çıkarken aklıma rahatsız edici bir düşünce geldi. İçerdekiler her şeyi duyup, duymamazdan gelmiş olabilirler miydi?

İçerisi çok gürültülüydü. Duymamış da olabilirlerdi. Ama o kadın beni görmüştü. Köpekleri benim öldürdüğümü kolayca anlayabilirdi. Daha sonra birilerine söyleyebilir. Başımı belaya sokabilirdi! Kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Özellikle de Pazar günü, bu haklı Nefsi müdafaamı savunmak istemiyordum. Kimseye söylemeyeceğinden nasıl emin olabilirdim? Üstelik sorularıma cevap vermezken... Kendimi garantiye almalıydım ve bunun tek yolu vardı. Mutfağa girdim ve ocağın tüm gaz vanalarını açtım. Açtıktan sonra parmak izlerimi temizledim. Bahçe kapısını sıkıca kapattım. Bir iki dakika bekleyip gazın etkili olup olmadığından emin olmak istedim. Başım dönmeye midem bulanmaya başladı ve dairenin kapısını kapattım. Dairenin kapısı önünde bayıldım. Kendime geldiğimde yaklaşık iki saat geçmişti. Bir saatte iyice emin olmak için bekledim. Ardından kapı açıldığında gaz sıkışmasına neden olup patlama yapmaması için daire önündeki gaz vanasını kapattım. Apartmanın önüne çıktım. Yağmur dinmişti. Saat neredeyse üç buçuğa geliyordu, karnım çok acıkmıştı ve markete bu çekiçle girmemin imkânı yoktu.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Çeneyi kes

Avuç içine emanet çenen
Dönen bir topaç gibi
Bir gözü yerde
Düşmemek için
Dik dönüyor..

Duruş sahibi
Buluyorum
Böyle dönüşleri
Bir gözün göklerde
Gevşemesin ellerin
Döndürmeye devam et
Ben çeneni
Beklerim...

Gül ama sırıtma
Kayar çenen ellerinden
Bir şey olur sonra
Böyle çene görmedim ben

Sustuğunu duydum demin
Hazır çenende elin
Bir busem kalmalı
Böyle güzel susan çene
Sevgiyle anılmalı

Gördüğüm en tatlı fotoğrafın sahibine...

13 Nisan 2012 Cuma

Çünkü...

Bir anne
En az
İki kişilik
Üzülür

Sevincini
Ortaya koyar
Yavruları
Bölüşür

Bu güzel kadını
Hayatta tutan
Canı değil
Yavrularıdır
Mirası

Güzel Anneme...

11 Nisan 2012 Çarşamba

Demiştim...

Her zaman derim;
Bir annen mutlaka olmalı,
Baban ise;
Varsa iyidir,
Yoksa da
İyi.

19 Mart 2012 Pazartesi

Hangisi Ötekisi


Keskin bir bakış fırlatıyor ayaktaki iki kişi... Taksime giden bir otobüste yaklaşık kırk kişiyiz. Ben ve vatandaşlar dışında birileri daha var otobüste, her geçen saniye daha iyi anlıyorum. Roman kadın, ağzında sakızı, kucağında oğluyla bir koltuğa sığışmış. Hemen yananda bir beyfendi,kulağındaki müzikçalar da yüksek sesli Türk sanat müziği, kucağında oğlu oturuyor. İki çocuk da 7-8 yaşlarında; iki çocuğun da elinde birer kitap, Roman çocuğun elinde «Kaju nun maceraları" isimli; beyfendi çocuğun elinde de «Tom Sawyer ın maceraları"  isimli bir kitap. Sağdaki çocuk esmer, soldaki beyaz... Birden dimağıma o meşhur yağ reklamı geliyor, sağdaki mi soldaki mi olayı. Roman çocuğun elindeki hikaye kitabının marjinal bir yönünü fark ediyoruz otobüsçe. Küçük yaş kitlesi için tasarlandığını düşündüğüm bu teknolojik ayrıntı kitabın çıkardığı bir ses. Çocuk sayfayı her çevirdiğinde sensor «Kaju ben Kaju» gibi bir cümleyi rutin bir melodiyle iki kez tekrarlıyor. Her tekrarda otobüsü buz kesiyor. Yanındaki yakında babası gibi beyfendi olacak çocuk, ilgisini yanındaki ilginç sese yöneltmiyor. Uysal bir şekilde okuyuculuğuna devam ediyor. Her müzik sesinde otobüstekiler daha da geriliyorlar. Roman kadının yüzüne dik bakışlar fırlatarak rahatsızlıkları dile getiriyorlar. Roman kadın, toplumumuzun olmazsa olmazı, her çocuğun hayatında en az bir kez duyduğu, o sinir bozucu cümleyi kuruyor, «oğlum yapma!». Çocuk bu keyfinden vazgeçer mi(?) Devam ediyor sayfaları çevirmeye. Metrekareye düşen tepkili vatandaş sayısı artıyor. Ben ise tüm bu mozaikten keyif almanın tadındayım. Çocuğa sevecen bir bakış fırlatıyorum. Sayfayı çevirmekten vazgeçiyor. Gözlerimin içine bakarak bu sesin onu nasıl hayrete düşürdüğünü anladığım bir mimik atıyor. Bende «Ne güzelmiş kitabın!», diyorum. Gülüyor. Bir kez de benim  için sayfayı çeviriyor. İnsanların sinir olduğu nakaratı tekrarlıyor kitap. Keyif alıyorum yeniden, ya da almam gerektiğini biliyorum. Derken yolculuk bitiyor. Taksim meydanda söylenerek iniyor yolcular. Roman kadın ise «Çingene» imajını benimsemiş olduğundan ses etmiyor. Oğlunu alıp iniyor otobüsten. Çiçekcilerin olduğu tarafa, mesai başlangıcına doğru yol alıyor. Tam bu sırada ayağındaki «Ugg» botları farkediyorum. İçimden «Nerden buldu bunu!» diyorum... Neden böyle diyorum? Hadi ben bir terbiyesizlik edip yaftayı yapıştırdım. Sayın okuyanım, senin ilk aklından geçen soru neden benimkiyle aynı...