Yine o sıkıcı Pazar günlerinden biriydi. Yarıma kadar
uyumuş, yine de uykumu alamamıştım. Sıkıcıydı… Yalnız bir adam için oldukça
sıkıcı... Mutfak birbirine girmişti. Bir yudum su içmek için bir bardak yıkamam
gerekiyordu ve ben bir bardak yıkamak istemiyordum. Özellikle de bu iç bunaltan
Pazar gününde… Damacananın musluğuna ağzımı dayadım ve var gücümle pompaya
yüklendim. Pompadan gelen rahatsız edici uğultu sesinin ardından dudaklarıma su
geldi, memba suyu. Normalde su tüketen bir insan değilimdir. Suyu meşrubatların
ve gün boyu elimden düşürmediğim bardağımın içindeki çay veya kahveden özümserim.
Ben bu şekilde evrimleşmiş bir canlıyım, hiçbir şeyi tek başına sevmeyen… Ne
garip tadı vardı bu sade suyun. Suyu dahi şekerli içmek istiyordum ama midemin
kaldırmayacağı korkusu bu isteğimi engelliyordu. Hava kapalıydı. Dışarıda rüzgâr
esmekteydi. Esen rüzgâr balkonun metal penceresini rutin bir ritimle
çerçevesine vurmaktaydı. Bu ses sinirimi bozuyordu. Ancak pencereyi onarmaya
yetecek morali kendimde bulamıyordum, evrenin başka bir yerinde olduğunu da
sanmıyordum. Bu Pazar günleri bütün yaşam enerjimi elimden alıyordu. Oysa çoğu
memur hafta sonlarını iple çeker. Ben öyle bir memur değilim. Ben çalışmayı
seven bir memur da değilim. Bir PTT şubesinde tüm gün önüne gelen evrakları
imzalamak kimsenin seveceği bir iş olamaz. Ancak bir şeylerin değersiz yaşamımı
doldurması iyi oluyor. Böylece gerekli şeyleri düşünmeme vakit kalmıyor. Başka birileri
için anlamlı olan bir şeylerin onaylarını vermek tüm yaşantımı alıyor. İşe
erken gidebilirim, bu sayede daha çok vaktimi öldürebilirim. Çünkü kimsenin
farkına varmadığı cinayetleri insan bu şekilde işler, kendinden bir şeyleri
öldürerek… Bu Pazar günleri içimi sıkıyor. Sabırsızlıkla geçmesini bekliyorum.
Çünkü top oynayabileceğim bir oğlum yok. Oğlumu doğuracak bir eşim yok. Eşim olacak
bir kadın yok. Evlenmem için ısrar edecek bir ailem yok. İstanbulda kendim
dışında düşünmem gereken herhangi biri yok. Olmasın da, başka birilerine
ihtiyacım yok.
Kahvaltı yapmam gerekiyordu. Ancak dolapta hiçbir şey
kalmamıştı. Ne bulsam yiyebilirdim. Hiçbir şey kalmamıştı. Çaresiz markete gitmek
zorundaydım. Çünkü bu sıçtığımın semtinde hiç bakkal yoktur. Bakkal iyidir. Evine
yiyecek getirebilir. Deftere yazabilir. Toplu bir şekilde para verebilirsin.
Market ise peşin parayla çalışır. Kart geçerlidir. Benim ise cebimde hiç para
olmaz. Karttan tek çekim yaparım. Memuriyetten kazandığım paraları hiçbir zaman
fiziki olarak göremem. Bu bir hastalık, çağın hastalığı ama ilgilenmiyorum. Olan
olmuş. Düzen kurulmuş. Ben değiştiremem… Semtteki tüm bakkallar mağlup olmuş
durumda ve ben o markete gitmek zorundayım. Akşam olsaydı iş değişirdi,
lokantadan istediğim yemeği eve getirebilirdim. Gerçek bir lokantadan, pos
makinesi olan… Şimdi ise bakkala gitmek zorundayım. Sırf bu yüzden bile Pazar günlerinden
nefret edebilirim. Keşke bu dandik apartmanın sekizinci katında oturmasaydım… Bu
sekiz katlı ve asansörsüz apartmanın… Keşke bir kapıcımız olsaydı. Belki o
zaman apartman bu kadar dandik gözükmezdi gözüme. Bakkallar gibi kapıcılar da
mağlup oldu. Onları doğalgaz sektörü mağlup etti. Kalorifer ısısından vazgeçen
kentliler, onları birer hamam böceği gibi yaşadıkları en alt kattaki inlerinden
kovaladılar. Kendi dibini kendi ısıtan apartman insanları onlardan da
vazgeçtiler. Tıpkı geniş ürün yelpazesi bulunmayan bakkallardan vazgeçtikleri
gibi… Ben çaresizce sekiz katı inip, o yiyecekleri büyük marketin en arka bölümünden
tekerlekli sepete doldurup, kasada sıram geldikten sonra da karttan tek çekimle
ödemeyi yapıp, sepetin konforundan vazgeçmek zorunda bırakılarak, elimde
torbalarla apartmana yürüyüp, apartmanın en üst katına çıkmak zorunda
kalacağım!
Üstüme eşofmanlarımı giydim. Anahtarı ve kartımı kontrol
ettikten sonra dairemin kapısı araladım. Adımımı atar atmaz ayağımda tarif
edilemez bir acı duydum ama bağırmadım. Kendime küfretmeyi seçtim. Yapılacak en
iyi şey buydu. Peki ayağıma çarpan bu şey neydi?
Yerde duran kutuyu o zaman fark ettim. Postacı ben zilin
sesini duymayınca kapıya bırakmış olmalıydı. Boyu yaklaşık seksen santim, eni otuz santimlik, yerden ise otuz santimetre yüksekliğinde olan bu kutunun içinde
ne vardı? Daha önemlisi bunu kim göndermişti. Tüm soruların cevabı kutunun
içindeydi.
Önce üstünü inceledim. Üstünde benim adım yazıyordu. Ancak gönderenin
adı yazmıyordu. PTT barkotlu bir hızlı gönderiydi. Ancak şirket politikamızda
gönderici adı yazmayan bir gönderi katiyen teslim alınmazdı. Böyle bir hatayı
hangi şube yapmış olabilirdi. Bunun nasıl bir hukuki soruna yol açacağını
bilmiyorlar mıydı? Çok sinirlendim. Bu şubeye çok sinirlendim. Şube ismi silinmişti.
Sanırım taşınırken sivri bir şeyler zarar vermiş olmalıydı. Bunu yapana da
sinirlendim. Mevcut olduğum sinirden pay ayırmadım, sırf bu kargocu için yeni
sinir yarattım ve bünyemdeki sinir ikiye katlandı. Hemen barkot numarasından
hangi şubeye ait olduğunu bulmak için internetin başına oturdum. Bilgisayar yaklaşık
beş dakikada açıldı. İşletim sistemi içinde ayrı bir sinir yarattım. Ne boktan
bir işletim sistemiydi! Derken rüzgârın şiddetlenmesiyle rutin ses çoğaldı.
Balkona baktım. Pencereler, ah bu pencereler. Sinirime sinir katıyorlardı.
Hemen barkodu sorguladım. Ancak böyle bir gönderi bulamadım. Sisteme girmemişlerdi!
Bu nasıl mümkün olabilirdi! Ne büyük bir hataydı, ne yapacak ne edecek bu
yanlışı yapanları er ya da geç bulacaktım! Şimdi sıra içindekine bakmaya
gelmişti. Kutuyu elimle yırtarak açtım. İçinden çıkan şey beni oldukça
şaşırtmıştı.
Kutunun içinden bir takım çantası çıkmıştı. Takım çantasının
içinde ne vardı? Cevabı öğrenmek için açtım ve içinde eksiksiz bir onarım
takımının olduğunu gördüm. Çekicinden tornavidasına her şey vardı… Bunu kim ve
neden göndermişti? Kayıt yapmayan şube yüzünden bun asla öğrenemeyecektim! İçimdeki
sinir… Pencere şiddetle çerçevesine vurdu ve sinirimi üstüne çekti! Alet
çantasından bir çekiç aldım ve balkon kapısına yöneldim. Dışarıda bir fırtına
çıkmıştı. Yağmur camları yumrukluyor ve açılan camlardan içeri nüfuz ediyordu.
Pencereyi kapatmaya çalıştım ama mekanizması sıkışmış olacak kapanmıyordu.
Elimdeki çekiçle metal pencerenin mekanik aksanlarını dövmeye başladım.
Vurdukça ses metalde yankılanıyor ve daha çok sinir bozucu bir ses
çıkartıyordu. Bunun sonu yoktu, öfkemi kusmadan bu balkondan ayrılmayacaktım.
Vurdum, defalarca vurdum, artık tamir etmek çini değil sökmek için vuruyordum. Rüzgâr
pencerenin imdadına yetişti ve elimdeki çekici üstüne yollayarak çekicin sekiz
kat aşağı düşmesine neden oldu. Çekiç rüzgârdan etkilenmeyerek aşağıya doğru
kararlılıkla salınıyordu. En sonunda binanın küçük bahçesine düştü. Eğer mermer
merdivenlere düşseydi kırabilirdi. O zaman apartman insanlarıyla yüzgöz olmak
zorunda kalabilirdim. Sinirimi onlardan çıkartmak zorunda kalabilirdim. Ama
böyle bir şey olmadı.
Şimdi daha önemli bir sorunum vardı. Takım bozulmuştu. Çekiç
bu takımın önemli bir üyesiydi. Bir inşaat işçisi olmamama rağmen çekicin takım
çantasının olmazsa olmazı olduğun biliyordum. Takımı bozamazdım. Eğer
tornavidalardan biri düşseydi bu kadar etkilenmezdim ama çekiç önemliydi. Biricikti,
hiçbiri bu çekicin yerini tutamazdı, onun kadar çevik ve etkili olamazdı. Keser
bile! Ne yapmalı ne etmeli o çekici oradan almalıydım. Sonra da markete gidip
yiyecek bir şeyler alabilirdim. Ya da dönerken alırdım, çekiçle markete girmek
sorun yaratabilirdi. Kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Sabah sabah kimseyle
tartışmak istemiyordum. Ancak; Çekici alıp yukarı çıkıp, eve bırakıp sonra
yeniden markete de gitmek istemiyordum. Çekice bir şey olma ihtimali vardı. Ya marketten
geldiğimde onu yerinde bulamazsam diye düşündüm. Bu da bir ihtimaldi. O zaman
takım ebediyen bozulacaktı ve hiçbir çekiç, takım çantasındaki boşluğu
doldurmaya yetmeyecekti. Şüphesiz o çekici almalıydım. Aldıktan sonra ne
yapacağıma karar verebilirdim. Bunun bilinciyle aşağıya indim.
Bir sorun daha karşıma çıktı. Apartmanın zemin katındaki
bahçeye bir giriş bulamadım. Yüksek çalılardan ötürü dışarıdan da giremiyordum.
Geriye tek çare kalmıştı o da kapıcı dairesini kullanmaktı ve Bir kapıcımız
yoktu! Büyük bir umutsuzlukla boş olduğunu bildiğim kapıcı dairesinin kapısını
çaldım ve üç saniye sonra kapının kilitlerinin açılma sesini duydum. Oysaki
burada kimsenin yaşamadığından emindim. Kimdi bu?
Kapı açıldı ve içeriden bir kadın çıktı. Saçları kestane
siyahı ve küt kesimli, cildi bir İngiliz kadar beyaz, kahverengi gözlü ve bir
altmış boyunda, yirmili yaşlardaki bu kadın kimdi? Kadın öylece yüzüme baktı ve
kapıyı açık bırakıp içeri gitti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Acaba seslenmeli
miydim? Birini mi çağırmaya gitmişti! Evet, öyle olabilirdi. Bir süre daha
bekledim. Ancak kimse gelmiyordu. Ne yapmalıydım. İçeri girmeli miydim? Bu bir
davet miydi? Apartman insanları artık bu hale mi gelmişti? Hayır, hayır bu
kadında apartman insanlarından farklı olan bir şeyler vardı. Ama neydi? Cevabı
içerdeydi ve ben dışardaydım. Durduğum yerin yanlış olduğun fark ettim ve içeri
daldım. İçeriden müzik sesi geliyordu. Tekno müziğin bas tonları beynimi
kurcalıyordu. İçeri yürüdükçe sesler belirginleşiyordu. Salon kapısından girer
girmez, içeride en az on kişinin olduğunu fark ettim. Giyimleri kuşamları
acayip bu insanlar kimdi?
Hepsi kendinden geçmiş bir biçimde müziği dinliyordu. Hiç
konuşmuyorlardı. Beş erkek, beş kadın; Türlü türlü boylarda, türlü türlü
biçimlerde toplam on insan! Bir partinin ortasına düşmüştüm ve kimse benle
ilgilenmiyordu, benim eşofmanlı Pazar günü kahvaltısı durumumu
garipsemiyorlardı. Kesinlikle uyuşturucu kullanıyor olmalıydılar. Ortalıkta hiç
uyuşturucu kokusu yoktu, dikkatlice incelediğimde herhangi bir çakmak veya
sigarada göremedim. O zaman kana karışan bir şey olmalıydı. Burunlarını inceledim…
Sonra etrafa bakındım ve hiç şırınga bulamadım. Çok temkinli olmalıydılar. Ne yapmalıydım?
Çekiç! Çekicimi almalıydım. Kızın kulağına eğilerek bahçe
kapısının nerede olduğun sordum. Ancak cevap alamadım. Biraz daha yüksek sesle
sormak için eğildim ve yine cevap alamadım. Kendim bulmak zorundaydım. Salonda hiç
kapı yoktu. Bitişikteki mutfağa bakmalıydım. Mutfağa gittim Mutfakta da yoktu.
Geriye yatak odası kalıyordu. Yatak odasına sorgusuzca girmek mahrem
sayılabilirdi. Girmeli miydim?
Girmek zorundaydım ve girdim. İçeri girer girmez buz
kıpkırmızı kesildim. İki canlının yatağın üzerinde tepinmekte olduğun fark
ettim. İnsanların mahrem alanına girmemeliydim. Yataktan gözlerimi kaçırdım. Artık
içeri girmiştim. Onlar beni fark etmiş olabilir miydi? Fark etmiş olsalardı
tepinme sesleri kesilirdi. Ancak rutin aralıklarla yatağın gıcırdama sesi devam
ediyordu. O halde iki ihtimal vardı, ya beni fark etmemişlerdi. Ya da fark
etmişlerdi ve bunu önemsemiyorlardı. O halde ahlaksız olmalıydılar ve belki de benim
onları izlemem onları tahrik ediyordu. Yapabileceğim iki şey vardı ya odadan
çıkacaktım ya da bahçe kapısını açıp yoluma devam edecektim. Bir seçim
yapmalıydım ama ne?
Çıkamazdım. Gerisin geriye evime dönemezdim. Çekice bu kadar
yaklaşmışken pes edemezdim. Kapının önünde bekleyip işleri bitip, dışarı
çıktıklarında pişkince bahçe kapısına yönelebilirdim. Ya o zamana kadar başka
biri bir şekilde çalıları aşıp çekici alırsa? Böyle bir ihtimal de vardı.
Pişkinlik hakkımı şimdi kullanmalıydım, çekici riske edemezdim. Bunu yapacak
kadar gözüm körelmemişti. Bahçe kapısına yöneldim tam kapıyı açacakken bir
köpek sesiyle irkildim. Arkamı dönüp köpek sesinin geldiği tarafa baktığımda bir
şaşkınlık daha yaşadım. Yatakta sevişen iki canlı da köpekti. Hem de kangal
köpeği(?) İki kangal köpeği sessizce yatağın üstünde sevişiyorlardı, Pazar günü,
bir apartmanın kapıcı dairesindeki bir yatak odasının yatağının üstünde… Bahçe
kapısını açtım ve çekice doğru ilerledim. Çekici yerden aldım ve kapıya doğru
yöneldim. Kapıdan içeri girer girmez köpekler üstüme saldırdı. İki azgın kangal
köpeğine karşı fiziksel üstünlüğümü sağlamam gerekiyordu. Her biri neredeyse
benim boyumda olan bu köpeklere karşı kendimi korumam gerekiyordu! Çekici korkutmak
için üstlerine savurdum ama bu onları daha da sinirlendirmişti. Artık etimi
koparmak istiyorlardı, beni alt etmek! Dişi olanı boğazıma doğru bir hamle
yaptı. Çekiç son anda imdadıma yetişti ve köpeğin pekmezini yatağın üstüne
akıttı. Diğeri daha da sinirlendi ve hayâlarıma saldırdı. Çekiç yine imdadıma
yetişti ve köpeğin kafatasında telafisi mümkün olmayan bir yarık açtı. Bu köpekte
diğerinin yanına devrildi. Yatak kırmızıya bürünmüştü. Demin yatağın üstünde
sevişen iki kangal köpeği, titreyerek bu yatağın üstünde ölüşmekteydiler… Fazla
bir süre geçmeden cansız bedenleri yatakla bütünleşti. Çekiç kanlar içindeydi. Yatağın
temiz bir kısmıyla çekici temizledim ve belime soktum. Artık sadece bir alet değildi
bir cinayet aletiydi. Peki, bir hayvan öldürmek cinayet sayılır mıydı?
Bir hayvan öldürmek sayılmayabilirdi ancak iki hayvan
öldürmek katliama girebilirdi. Oradan hemen uzaklaşmalıydım. Salona gidip
kimsenin yaptığımı fark edip etmediğine baktım. Herkes aynıydı. Artık gönül
rahatlığıyla oradan uzaklaşabilirdim. Tam kapıdan çıkarken aklıma rahatsız
edici bir düşünce geldi. İçerdekiler her şeyi duyup, duymamazdan gelmiş
olabilirler miydi?
İçerisi çok gürültülüydü. Duymamış da olabilirlerdi. Ama o
kadın beni görmüştü. Köpekleri benim öldürdüğümü kolayca anlayabilirdi. Daha sonra
birilerine söyleyebilir. Başımı belaya sokabilirdi! Kimseyle muhatap olmak
istemiyordum. Özellikle de Pazar günü, bu haklı Nefsi müdafaamı savunmak
istemiyordum. Kimseye söylemeyeceğinden nasıl emin olabilirdim? Üstelik sorularıma
cevap vermezken... Kendimi garantiye almalıydım ve bunun tek yolu vardı. Mutfağa
girdim ve ocağın tüm gaz vanalarını açtım. Açtıktan sonra parmak izlerimi
temizledim. Bahçe kapısını sıkıca kapattım. Bir iki dakika bekleyip gazın
etkili olup olmadığından emin olmak istedim. Başım dönmeye midem bulanmaya
başladı ve dairenin kapısını kapattım. Dairenin kapısı önünde bayıldım. Kendime geldiğimde
yaklaşık iki saat geçmişti. Bir saatte iyice emin olmak için bekledim. Ardından
kapı açıldığında gaz sıkışmasına neden olup patlama yapmaması için daire
önündeki gaz vanasını kapattım. Apartmanın önüne çıktım. Yağmur dinmişti. Saat neredeyse
üç buçuğa geliyordu, karnım çok acıkmıştı ve markete bu çekiçle girmemin imkânı
yoktu.