21 Nisan 2012 Cumartesi

Tiyniyetsiz Öyküler Serisi Vol I - Pazar Sabahı


   Yine o sıkıcı Pazar günlerinden biriydi. Yarıma kadar uyumuş, yine de uykumu alamamıştım. Sıkıcıydı… Yalnız bir adam için oldukça sıkıcı... Mutfak birbirine girmişti. Bir yudum su içmek için bir bardak yıkamam gerekiyordu ve ben bir bardak yıkamak istemiyordum. Özellikle de bu iç bunaltan Pazar gününde… Damacananın musluğuna ağzımı dayadım ve var gücümle pompaya yüklendim. Pompadan gelen rahatsız edici uğultu sesinin ardından dudaklarıma su geldi, memba suyu. Normalde su tüketen bir insan değilimdir. Suyu meşrubatların ve gün boyu elimden düşürmediğim bardağımın içindeki çay veya kahveden özümserim. Ben bu şekilde evrimleşmiş bir canlıyım, hiçbir şeyi tek başına sevmeyen… Ne garip tadı vardı bu sade suyun. Suyu dahi şekerli içmek istiyordum ama midemin kaldırmayacağı korkusu bu isteğimi engelliyordu. Hava kapalıydı. Dışarıda rüzgâr esmekteydi. Esen rüzgâr balkonun metal penceresini rutin bir ritimle çerçevesine vurmaktaydı. Bu ses sinirimi bozuyordu. Ancak pencereyi onarmaya yetecek morali kendimde bulamıyordum, evrenin başka bir yerinde olduğunu da sanmıyordum. Bu Pazar günleri bütün yaşam enerjimi elimden alıyordu. Oysa çoğu memur hafta sonlarını iple çeker. Ben öyle bir memur değilim. Ben çalışmayı seven bir memur da değilim. Bir PTT şubesinde tüm gün önüne gelen evrakları imzalamak kimsenin seveceği bir iş olamaz. Ancak bir şeylerin değersiz yaşamımı doldurması iyi oluyor. Böylece gerekli şeyleri düşünmeme vakit kalmıyor. Başka birileri için anlamlı olan bir şeylerin onaylarını vermek tüm yaşantımı alıyor. İşe erken gidebilirim, bu sayede daha çok vaktimi öldürebilirim. Çünkü kimsenin farkına varmadığı cinayetleri insan bu şekilde işler, kendinden bir şeyleri öldürerek… Bu Pazar günleri içimi sıkıyor. Sabırsızlıkla geçmesini bekliyorum. Çünkü top oynayabileceğim bir oğlum yok. Oğlumu doğuracak bir eşim yok. Eşim olacak bir kadın yok. Evlenmem için ısrar edecek bir ailem yok. İstanbulda kendim dışında düşünmem gereken herhangi biri yok. Olmasın da, başka birilerine ihtiyacım yok.

Kahvaltı yapmam gerekiyordu. Ancak dolapta hiçbir şey kalmamıştı. Ne bulsam yiyebilirdim. Hiçbir şey kalmamıştı. Çaresiz markete gitmek zorundaydım. Çünkü bu sıçtığımın semtinde hiç bakkal yoktur. Bakkal iyidir. Evine yiyecek getirebilir. Deftere yazabilir. Toplu bir şekilde para verebilirsin. Market ise peşin parayla çalışır. Kart geçerlidir. Benim ise cebimde hiç para olmaz. Karttan tek çekim yaparım. Memuriyetten kazandığım paraları hiçbir zaman fiziki olarak göremem. Bu bir hastalık, çağın hastalığı ama ilgilenmiyorum. Olan olmuş. Düzen kurulmuş. Ben değiştiremem… Semtteki tüm bakkallar mağlup olmuş durumda ve ben o markete gitmek zorundayım. Akşam olsaydı iş değişirdi, lokantadan istediğim yemeği eve getirebilirdim. Gerçek bir lokantadan, pos makinesi olan… Şimdi ise bakkala gitmek zorundayım. Sırf bu yüzden bile Pazar günlerinden nefret edebilirim. Keşke bu dandik apartmanın sekizinci katında oturmasaydım… Bu sekiz katlı ve asansörsüz apartmanın… Keşke bir kapıcımız olsaydı. Belki o zaman apartman bu kadar dandik gözükmezdi gözüme. Bakkallar gibi kapıcılar da mağlup oldu. Onları doğalgaz sektörü mağlup etti. Kalorifer ısısından vazgeçen kentliler, onları birer hamam böceği gibi yaşadıkları en alt kattaki inlerinden kovaladılar. Kendi dibini kendi ısıtan apartman insanları onlardan da vazgeçtiler. Tıpkı geniş ürün yelpazesi bulunmayan bakkallardan vazgeçtikleri gibi… Ben çaresizce sekiz katı inip, o yiyecekleri büyük marketin en arka bölümünden tekerlekli sepete doldurup, kasada sıram geldikten sonra da karttan tek çekimle ödemeyi yapıp, sepetin konforundan vazgeçmek zorunda bırakılarak, elimde torbalarla apartmana yürüyüp, apartmanın en üst katına çıkmak zorunda kalacağım!

Üstüme eşofmanlarımı giydim. Anahtarı ve kartımı kontrol ettikten sonra dairemin kapısı araladım. Adımımı atar atmaz ayağımda tarif edilemez bir acı duydum ama bağırmadım. Kendime küfretmeyi seçtim. Yapılacak en iyi şey buydu. Peki ayağıma çarpan bu şey neydi?

Yerde duran kutuyu o zaman fark ettim. Postacı ben zilin sesini duymayınca kapıya bırakmış olmalıydı. Boyu yaklaşık seksen santim, eni otuz santimlik, yerden ise otuz santimetre yüksekliğinde olan bu kutunun içinde ne vardı? Daha önemlisi bunu kim göndermişti. Tüm soruların cevabı kutunun içindeydi.

Önce üstünü inceledim. Üstünde benim adım yazıyordu. Ancak gönderenin adı yazmıyordu. PTT barkotlu bir hızlı gönderiydi. Ancak şirket politikamızda gönderici adı yazmayan bir gönderi katiyen teslim alınmazdı. Böyle bir hatayı hangi şube yapmış olabilirdi. Bunun nasıl bir hukuki soruna yol açacağını bilmiyorlar mıydı? Çok sinirlendim. Bu şubeye çok sinirlendim. Şube ismi silinmişti. Sanırım taşınırken sivri bir şeyler zarar vermiş olmalıydı. Bunu yapana da sinirlendim. Mevcut olduğum sinirden pay ayırmadım, sırf bu kargocu için yeni sinir yarattım ve bünyemdeki sinir ikiye katlandı. Hemen barkot numarasından hangi şubeye ait olduğunu bulmak için internetin başına oturdum. Bilgisayar yaklaşık beş dakikada açıldı. İşletim sistemi içinde ayrı bir sinir yarattım. Ne boktan bir işletim sistemiydi! Derken rüzgârın şiddetlenmesiyle rutin ses çoğaldı. Balkona baktım. Pencereler, ah bu pencereler. Sinirime sinir katıyorlardı. Hemen barkodu sorguladım. Ancak böyle bir gönderi bulamadım. Sisteme girmemişlerdi! Bu nasıl mümkün olabilirdi! Ne büyük bir hataydı, ne yapacak ne edecek bu yanlışı yapanları er ya da geç bulacaktım! Şimdi sıra içindekine bakmaya gelmişti. Kutuyu elimle yırtarak açtım. İçinden çıkan şey beni oldukça şaşırtmıştı.

Kutunun içinden bir takım çantası çıkmıştı. Takım çantasının içinde ne vardı? Cevabı öğrenmek için açtım ve içinde eksiksiz bir onarım takımının olduğunu gördüm. Çekicinden tornavidasına her şey vardı… Bunu kim ve neden göndermişti? Kayıt yapmayan şube yüzünden bun asla öğrenemeyecektim! İçimdeki sinir… Pencere şiddetle çerçevesine vurdu ve sinirimi üstüne çekti! Alet çantasından bir çekiç aldım ve balkon kapısına yöneldim. Dışarıda bir fırtına çıkmıştı. Yağmur camları yumrukluyor ve açılan camlardan içeri nüfuz ediyordu. Pencereyi kapatmaya çalıştım ama mekanizması sıkışmış olacak kapanmıyordu. Elimdeki çekiçle metal pencerenin mekanik aksanlarını dövmeye başladım. Vurdukça ses metalde yankılanıyor ve daha çok sinir bozucu bir ses çıkartıyordu. Bunun sonu yoktu, öfkemi kusmadan bu balkondan ayrılmayacaktım. Vurdum, defalarca vurdum, artık tamir etmek çini değil sökmek için vuruyordum. Rüzgâr pencerenin imdadına yetişti ve elimdeki çekici üstüne yollayarak çekicin sekiz kat aşağı düşmesine neden oldu. Çekiç rüzgârdan etkilenmeyerek aşağıya doğru kararlılıkla salınıyordu. En sonunda binanın küçük bahçesine düştü. Eğer mermer merdivenlere düşseydi kırabilirdi. O zaman apartman insanlarıyla yüzgöz olmak zorunda kalabilirdim. Sinirimi onlardan çıkartmak zorunda kalabilirdim. Ama böyle bir şey olmadı.

Şimdi daha önemli bir sorunum vardı. Takım bozulmuştu. Çekiç bu takımın önemli bir üyesiydi. Bir inşaat işçisi olmamama rağmen çekicin takım çantasının olmazsa olmazı olduğun biliyordum. Takımı bozamazdım. Eğer tornavidalardan biri düşseydi bu kadar etkilenmezdim ama çekiç önemliydi. Biricikti, hiçbiri bu çekicin yerini tutamazdı, onun kadar çevik ve etkili olamazdı. Keser bile! Ne yapmalı ne etmeli o çekici oradan almalıydım. Sonra da markete gidip yiyecek bir şeyler alabilirdim. Ya da dönerken alırdım, çekiçle markete girmek sorun yaratabilirdi. Kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Sabah sabah kimseyle tartışmak istemiyordum. Ancak; Çekici alıp yukarı çıkıp, eve bırakıp sonra yeniden markete de gitmek istemiyordum. Çekice bir şey olma ihtimali vardı. Ya marketten geldiğimde onu yerinde bulamazsam diye düşündüm. Bu da bir ihtimaldi. O zaman takım ebediyen bozulacaktı ve hiçbir çekiç, takım çantasındaki boşluğu doldurmaya yetmeyecekti. Şüphesiz o çekici almalıydım. Aldıktan sonra ne yapacağıma karar verebilirdim. Bunun bilinciyle aşağıya indim.

Bir sorun daha karşıma çıktı. Apartmanın zemin katındaki bahçeye bir giriş bulamadım. Yüksek çalılardan ötürü dışarıdan da giremiyordum. Geriye tek çare kalmıştı o da kapıcı dairesini kullanmaktı ve Bir kapıcımız yoktu! Büyük bir umutsuzlukla boş olduğunu bildiğim kapıcı dairesinin kapısını çaldım ve üç saniye sonra kapının kilitlerinin açılma sesini duydum. Oysaki burada kimsenin yaşamadığından emindim. Kimdi bu?
Kapı açıldı ve içeriden bir kadın çıktı. Saçları kestane siyahı ve küt kesimli, cildi bir İngiliz kadar beyaz, kahverengi gözlü ve bir altmış boyunda, yirmili yaşlardaki bu kadın kimdi? Kadın öylece yüzüme baktı ve kapıyı açık bırakıp içeri gitti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Acaba seslenmeli miydim? Birini mi çağırmaya gitmişti! Evet, öyle olabilirdi. Bir süre daha bekledim. Ancak kimse gelmiyordu. Ne yapmalıydım. İçeri girmeli miydim? Bu bir davet miydi? Apartman insanları artık bu hale mi gelmişti? Hayır, hayır bu kadında apartman insanlarından farklı olan bir şeyler vardı. Ama neydi? Cevabı içerdeydi ve ben dışardaydım. Durduğum yerin yanlış olduğun fark ettim ve içeri daldım. İçeriden müzik sesi geliyordu. Tekno müziğin bas tonları beynimi kurcalıyordu. İçeri yürüdükçe sesler belirginleşiyordu. Salon kapısından girer girmez, içeride en az on kişinin olduğunu fark ettim. Giyimleri kuşamları acayip bu insanlar kimdi?

Hepsi kendinden geçmiş bir biçimde müziği dinliyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Beş erkek, beş kadın; Türlü türlü boylarda, türlü türlü biçimlerde toplam on insan! Bir partinin ortasına düşmüştüm ve kimse benle ilgilenmiyordu, benim eşofmanlı Pazar günü kahvaltısı durumumu garipsemiyorlardı. Kesinlikle uyuşturucu kullanıyor olmalıydılar. Ortalıkta hiç uyuşturucu kokusu yoktu, dikkatlice incelediğimde herhangi bir çakmak veya sigarada göremedim. O zaman kana karışan bir şey olmalıydı. Burunlarını inceledim… Sonra etrafa bakındım ve hiç şırınga bulamadım. Çok temkinli olmalıydılar. Ne yapmalıydım?

Çekiç! Çekicimi almalıydım. Kızın kulağına eğilerek bahçe kapısının nerede olduğun sordum. Ancak cevap alamadım. Biraz daha yüksek sesle sormak için eğildim ve yine cevap alamadım. Kendim bulmak zorundaydım. Salonda hiç kapı yoktu. Bitişikteki mutfağa bakmalıydım. Mutfağa gittim Mutfakta da yoktu. Geriye yatak odası kalıyordu. Yatak odasına sorgusuzca girmek mahrem sayılabilirdi. Girmeli miydim?

Girmek zorundaydım ve girdim. İçeri girer girmez buz kıpkırmızı kesildim. İki canlının yatağın üzerinde tepinmekte olduğun fark ettim. İnsanların mahrem alanına girmemeliydim. Yataktan gözlerimi kaçırdım. Artık içeri girmiştim. Onlar beni fark etmiş olabilir miydi? Fark etmiş olsalardı tepinme sesleri kesilirdi. Ancak rutin aralıklarla yatağın gıcırdama sesi devam ediyordu. O halde iki ihtimal vardı, ya beni fark etmemişlerdi. Ya da fark etmişlerdi ve bunu önemsemiyorlardı. O halde ahlaksız olmalıydılar ve belki de benim onları izlemem onları tahrik ediyordu. Yapabileceğim iki şey vardı ya odadan çıkacaktım ya da bahçe kapısını açıp yoluma devam edecektim. Bir seçim yapmalıydım ama ne?

Çıkamazdım. Gerisin geriye evime dönemezdim. Çekice bu kadar yaklaşmışken pes edemezdim. Kapının önünde bekleyip işleri bitip, dışarı çıktıklarında pişkince bahçe kapısına yönelebilirdim. Ya o zamana kadar başka biri bir şekilde çalıları aşıp çekici alırsa? Böyle bir ihtimal de vardı. Pişkinlik hakkımı şimdi kullanmalıydım, çekici riske edemezdim. Bunu yapacak kadar gözüm körelmemişti. Bahçe kapısına yöneldim tam kapıyı açacakken bir köpek sesiyle irkildim. Arkamı dönüp köpek sesinin geldiği tarafa baktığımda bir şaşkınlık daha yaşadım. Yatakta sevişen iki canlı da köpekti. Hem de kangal köpeği(?) İki kangal köpeği sessizce yatağın üstünde sevişiyorlardı, Pazar günü, bir apartmanın kapıcı dairesindeki bir yatak odasının yatağının üstünde… Bahçe kapısını açtım ve çekice doğru ilerledim. Çekici yerden aldım ve kapıya doğru yöneldim. Kapıdan içeri girer girmez köpekler üstüme saldırdı. İki azgın kangal köpeğine karşı fiziksel üstünlüğümü sağlamam gerekiyordu. Her biri neredeyse benim boyumda olan bu köpeklere karşı kendimi korumam gerekiyordu! Çekici korkutmak için üstlerine savurdum ama bu onları daha da sinirlendirmişti. Artık etimi koparmak istiyorlardı, beni alt etmek! Dişi olanı boğazıma doğru bir hamle yaptı. Çekiç son anda imdadıma yetişti ve köpeğin pekmezini yatağın üstüne akıttı. Diğeri daha da sinirlendi ve hayâlarıma saldırdı. Çekiç yine imdadıma yetişti ve köpeğin kafatasında telafisi mümkün olmayan bir yarık açtı. Bu köpekte diğerinin yanına devrildi. Yatak kırmızıya bürünmüştü. Demin yatağın üstünde sevişen iki kangal köpeği, titreyerek bu yatağın üstünde ölüşmekteydiler… Fazla bir süre geçmeden cansız bedenleri yatakla bütünleşti. Çekiç kanlar içindeydi. Yatağın temiz bir kısmıyla çekici temizledim ve belime soktum. Artık sadece bir alet değildi bir cinayet aletiydi. Peki, bir hayvan öldürmek cinayet sayılır mıydı?

Bir hayvan öldürmek sayılmayabilirdi ancak iki hayvan öldürmek katliama girebilirdi. Oradan hemen uzaklaşmalıydım. Salona gidip kimsenin yaptığımı fark edip etmediğine baktım. Herkes aynıydı. Artık gönül rahatlığıyla oradan uzaklaşabilirdim. Tam kapıdan çıkarken aklıma rahatsız edici bir düşünce geldi. İçerdekiler her şeyi duyup, duymamazdan gelmiş olabilirler miydi?

İçerisi çok gürültülüydü. Duymamış da olabilirlerdi. Ama o kadın beni görmüştü. Köpekleri benim öldürdüğümü kolayca anlayabilirdi. Daha sonra birilerine söyleyebilir. Başımı belaya sokabilirdi! Kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Özellikle de Pazar günü, bu haklı Nefsi müdafaamı savunmak istemiyordum. Kimseye söylemeyeceğinden nasıl emin olabilirdim? Üstelik sorularıma cevap vermezken... Kendimi garantiye almalıydım ve bunun tek yolu vardı. Mutfağa girdim ve ocağın tüm gaz vanalarını açtım. Açtıktan sonra parmak izlerimi temizledim. Bahçe kapısını sıkıca kapattım. Bir iki dakika bekleyip gazın etkili olup olmadığından emin olmak istedim. Başım dönmeye midem bulanmaya başladı ve dairenin kapısını kapattım. Dairenin kapısı önünde bayıldım. Kendime geldiğimde yaklaşık iki saat geçmişti. Bir saatte iyice emin olmak için bekledim. Ardından kapı açıldığında gaz sıkışmasına neden olup patlama yapmaması için daire önündeki gaz vanasını kapattım. Apartmanın önüne çıktım. Yağmur dinmişti. Saat neredeyse üç buçuğa geliyordu, karnım çok acıkmıştı ve markete bu çekiçle girmemin imkânı yoktu.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Çeneyi kes

Avuç içine emanet çenen
Dönen bir topaç gibi
Bir gözü yerde
Düşmemek için
Dik dönüyor..

Duruş sahibi
Buluyorum
Böyle dönüşleri
Bir gözün göklerde
Gevşemesin ellerin
Döndürmeye devam et
Ben çeneni
Beklerim...

Gül ama sırıtma
Kayar çenen ellerinden
Bir şey olur sonra
Böyle çene görmedim ben

Sustuğunu duydum demin
Hazır çenende elin
Bir busem kalmalı
Böyle güzel susan çene
Sevgiyle anılmalı

Gördüğüm en tatlı fotoğrafın sahibine...

13 Nisan 2012 Cuma

Çünkü...

Bir anne
En az
İki kişilik
Üzülür

Sevincini
Ortaya koyar
Yavruları
Bölüşür

Bu güzel kadını
Hayatta tutan
Canı değil
Yavrularıdır
Mirası

Güzel Anneme...

11 Nisan 2012 Çarşamba

Demiştim...

Her zaman derim;
Bir annen mutlaka olmalı,
Baban ise;
Varsa iyidir,
Yoksa da
İyi.