Benim olursun bu gece de
Kıskanırım falan, ayıp olur
İstanbul zaten küçüldü
Bir gören falan olur
Utanmaz derler cismimize
Seni isterim istanbul'dan
Ama vermez bilirim
Sabah sevişmeleri falan yaparız
Öyle geçiştirip zamanı
Sonra şehre kaçarız
Kahvaltılar, gezmeler
Küf kokar bir yanımız
Ateş oluruz birlikte
Yanar neremiz değse
Bu şehir sevişenleri sevmez
Bilir ama karışmam
Ne düşünsem ona kaçar
Masumluk yiter gider
Şu kocaman bünyem
Kül olur kollarında
Ölürüm ölmesine de
Benimle ölürsen...
Bilirim hayatı seversin
İstanbul'u bahane edip
Beni de vazgeçirirsin
Sen var ya sen
Nesin ulan, nesin
Ne acayip şeysin
En çok okunan beşli
22 Mayıs 2012 Salı
Tiyniyetsiz Öyküler Serisi Vol II - Takım Çantası - Yine Pazar
Yine o pis sıkıcı iç karartıcı günlerdan biri. Bir Pazar
günü. Tanrının bile dünyayı yarattıktan sonra hiç bir şiye yapmadan, ayaklarını
uzatıp dinlenmesine şaşmamalı. Böyle günler tanrının bile hiçliğin kuytuluğunda
yorulmasına yol açabilir. Dünyada neler oluyor haberim yok. Gündemi takip
etmiyorum. Uzun süre önce bıraktım. Gündemin medyanın bana gösterdiği kadar
olduğu gerçeğini sevmiyorum. Taze ve tarafsız bilgiler bulana kadar varoluşum
zeval görmediği sürece gündem beni bağlamayacak! Kendime sözüm var.
Şu boğucu günde
ne yapmalıyım? Akrabam yok, ailem yok, arkadaşlarım yok. Benim olmayan hiç bir
şeyle ilgilenmiyorum. Bu günün geçmesi
gerek, bitmesi gerek. Hemen hafta başı gelmeli. İş başı yapmalıyım. Ofis çalışanlarının o meymenetsiz,
içten pazarlıklı ve yüzeysel surat ifadelerini bağımlı bir rutinlikle
karşılamalıyım. Başını bilmediğim sonunu ise göremediğim hayatımın sadece
ortasında olduğumu bile bile o sikko işe gidip, önüme gelen evrakı imzalamalıyım.
Sevdiğim için değil, hep öyle yaptığım için, ihtiyacım olduğu için... Bu boğucu günün
geçmesine ihtiyacım var. Hobiler edinip, beynimi oyalamak istemiyorum. Ne
istediğimi de bilmiyorum, ilgilenmiyorum. Gün geçmeli, yarınım gelmeli. Elimde
olan tek şey yarınlarım. Tüm bilinmeyenler yarınlarda saklanmış, beni bekliyor. Mesela, bir gün ansızın umutlanabilirim! Geçmişte yatağa attığım
o kaşarlardan birine evlenme teklif etmek isteyebilirim. Düzenli bir hayat
kurmak istediğim için falan değil, onu ömür boyu bedava düzmek için… Ama hayır, o gün bugün değil. Bugün dünya hiçbir şeyimi hak etmiyor...
Midem, midem yanıyor. Kahvaltı!
Belki de kahvaltı yapmalıyım. Bu işi evde bitirmeliyim, hiçbir insan evladının
suratını görmek istemiyorum. Koltuktan kalkmalıyım, mutfağa adım atmalıyım.
Öyle de yapıyorum. Koridordayken mutfakta birikmiş çöplerin kesif kokusu
burnumu çalıyor. Çürük kokusu, ruhumu okşuyor. Bu kokuya çok alıştığımdan beni
evimde hissettiriyor. Mutfağa girer girmez koku dayanılmaz bir baş ağısıyla
burun direğime vuruyor. Öksürüyorum ama ciğerlerimi umursamıyorum. Ciğerlerimi
hissetmiyorum. Orada olup da varlığını görmediğim, dokunamadığım hiçbir şey
benimmiş ve gerçekmiş gibi gelmiyor. Bu noktada ciğerlerime inanmıyorum.
Dolaptan aldığım yumurtaları rafın üstüne koyuyorum. Üstündeki derin çizikleri
saymazsak hala teflon sayılabilecek tavamı ocağın üstündeki tek boşluğa yerleştiriyorum.
Gazı açmak için elimi refleksle vanaya uzatıyorum. Vananın yerinde olmadığını
fark ediyorum. Onu sinirle kırışmı hatırlıyorum, mutfağı öfkeyle terk edişimi…
Diğer vanalar yerlerinde öylece duruyorlar. Onlara dokumak istemiyorum. Bugün
bu evde açılan tek vana o olmalı. Parmaklarım demir çubuğu kavrıyor ancak
döndüremiyorlar. Parmaklarıma küfürler ediyorum. Bir vanayla baş edemediğim
gerçeğini kabullenemiyorum. Geriye bir tek ihtimal kalıyor. Alet çantası! Evet,
geçtiğimiz hafta kapıma kimin bıraktığını bilmediğim o çanta, takım çantam! Koridorda yanından geçtiğimi anımsıyorum. Dönüp
çantayı açıyorum. İçlerinden işime en çok yarayacak aleti seçiyorum. Bir pense
görüyorum, elime alır almaz avucumun yumuşak malzemesini kavradığını
hissedebiliyorum. Buna sevinmiyorum. Hemen ocağın başına dönüp penseyle demir
vanayı kavrıyorum. Hayvani bir hırsla çeviriyorum, gaz geliyor. Ocağın çakmağı gazı
ateşliyor. Gazı yakıyorum. Pensemin sayesinde... Penseyi kullanmanın
verdiği hazzı hissetmekle meşgulken tava kızıyor. Yağı üzerinde gezdirip,
yumurtaları kırıyorum. Sarı toplar olgunlaşır olgunlaşmaz, ateşi kesmek için
pensemle vanaya dayanıyorum. Çeviriyorum kapanmıyor. Biraz daha güçlü
çeviriyorum, hayır kapanmıyor! Biraz daha ateşin üstünde kalırsa turuncusu
kaskatı kesilecek yumurtalarımın piştiği tavayı ısıdan kurtarmak için havaya
kaldırıyorum. Koyacak serin bir bulamıyorum. Ocak yanıyor, kızgın tava elimde,
kocaman mutfakta hiç boşluk bulamıyorum. Bir elimde tava, bir elimde pense, İstanbul’da
bir mutfakta kalakalıyorum. Pazara küfrediyorum. Tüm suçu Pazar gününe atıyorum.
Aldırış etmiyor. Penseyle vanayı olanca gücümle kavrıyorum. Tüm gücümle vanaya
yükleniyorum. Ne oluyorsa o an oluyor. Vanaya sıçrayan yağ yüzünden pense
vanadan kayıyor ve avucumu kızgın ocak demirine yapıştırıveriyorum. Çığlık
atıyorum. Ses evin boşluğunda yankılanıyor. Tüm gücümle elimdeki tavayı hırsımı
alamadan duvara fırlatıyorum. Yumurta duvara yapışıyor, usulca yerçekimine
kapılıyor. Bildiğim her şeye küfrediyorum ama elimin acısı geçirmiyor. Bana buz
lazım, sıfır derecenin altında herhangi bir su formu! Buzluğa yöneliyorum. Kapağı
açar açmaz, yersular süzülüyor. Buzluğun bozulduğunu böyle bir zamanda fark
etmek beni sinir krizine sokuyor. Buzdolabına Penseyle darp veriyorum. Hemen
musluğa abanıyorum ama makus talihim beni yanıltmıyor. Suların kesik olduğun
fark eder etmez, belediyeye küfrediyorum, küfürlerim dolaylı olarak devleti de
etkiliyor, umursamıyorum memuriyet başında değilim. Elimin acısı tüm gövdemi
kaplıyor. Çaresizce kendimi dışarı atıyorum. Su saatinin vanasını kontrol
ediyorum. Üstündeki mührü görür görmez, küfürlerimi belediyeye değil, bankama
yönlendiriyorum. Otomatik ödeme talimatım olmasına rağmen neden hesabımdaki
paralardan ödemediklerine küfrediyorum. İçeri koşup pensemi alıyorum. Bir hamlede
mührü koparıp vanayı çeviriyorum, içeri koşup musluğu açıyorum ancak su
akmıyor. Şimdi devlet su işlerine küfretme vakti… Ağzıma geleni sayıyorum,
acıma bir de tarifsiz sızlama ekleniyor. Ne yapacağımı bilmez halde evde dolanıyorum.
Elimi belki soğuktur diye cama dayıyorum ancak ateş kadar sıcak! Cama
küfretmiyorum gerek yok. Kendimi apartman boşluğuna atıyorum. Karşı komşunun
kapısını çalıyorum buz alırım umuduyla. Kapıyı açmıyor evde yok… Aşağı inerek
önüme gelen her dairenin kapısını çalıyorum. Kimse açmıyor derken iki kat
aşağıdaki bir dairenin kapısı çalar çalmaz daha önce binada hiç görmediğim bir
kadın çıkıyor. Üstünde geceliğiyle, seksi vücuduyla bir iyilik meleği gibi
duruyor karşımda. Yanık olmayan elime bakıyor. Neden baktığını anlamak için ben
de bakıyorum. Elimde duran penseyi fark ediyorum. Yanan elimi gösteriyorum. Buz
var mı diyorum. Yabancı bir dil geveliyor. Türkçe bilmediğini anlıyorum. Yüzüme
aval aval bakıyor. “Ice!” diye bağırıyorum, “Ice!” Beni içeriye davet ediyor.
Telaşla içeri girer girmez, benim dairemle aynı krokide olduğunu bildiğim dairenin
mutfağına yöneliyorum. Buzdolabı yok! “Ice” diye bağırıyorum, “My hand” diyorum,
“Burn!”, “Burn be kadın!” Kadın beni takip et işareti yapıyor. Takip ediyorum.
Yatak odasında buluyorum kendimi. Yatağın başında küçük bir buzdolabı olduğunu
fark eder etmez, yatağa oturup açıyorum kapağını. İçinde buz arıyorum ama yok!
Parmağıyla işaret ettiği yere bakıyorum. Soğuk votka şişelerini görüyorum. Hemen
bir tanesini alıp elimin açsına bastırıyorum. Elim bir anda rahatlıyor. Yavaşça
hissizleşmeye başlıyor. Kadın acım gereç umuduyla, “Drink!” diyor, ardından
ekliyor, “İçelim, güzelleşelim!” Kurduğu ilk Türkçe cümlenin bu olmasına
şaşırmama fırsat kalmadan kendimi Rus votkasını kafama dikerken buluyorum.
Türkçe kelimeleri neden bildiğiyle ilgilenmemeye kara veriyorum. O boyutu
çoktan geçtiğimi, Tanımadığım, Rus bir kadının yatak odasında, yatağın üstünde
bir elimde Rus votkası diğer elimde penseyle öylece durmakta olduğumdan
biliyorum. Biraz daha dikiyorum kafaya, yüzüm gözüm ekşiyor. Ne sert şey şu votka!
Yanıklarıma bir yenisi daha ekleniyor, artık içimde yanıyor! Kadına
küfrediyorum. Beni anlıyor. Karşılık veriyor, hem de Türkçe. Bir süre
küfürleşiyoruz. Beni anlıyor, umarsızca küfrediyor. Sinirlenip evi terk etmek
üzere hareketleniyorum. Eliyle beni yatağa itiyor. Pantolonumu çıkarmaya
çalışıyor. Elimdeki penseyi dolabın üstüne koyup hiçbir şeyi garipsemeden işe
koyuluyorum. Acımı unutmam gerek. İşim biter bitmez, rahatladığımı
hissediyorum. Bu kez de karnımın açlığı başlıyor. Açım diyorum, “I’m hungry”. Elini
yatağın yanına atıp, bana bir mesir macunu uzatıyor. Afiyetle yiyorum, şekerli
gıdayı. Elimin açsı geçmeye başlıyor. Votkaya abanıyorum. Sarhoş oluyorum.
Gitmeye niyetleniyorum ancak kadın bırakmıyor. Para ver diyor. Money! Benden
para istiyor, o an anlıyorum bu kadının bir serbest meslek erbabı olduğunu. Bu kez
de para vermemek için mücadelem başlıyor. İtişip kakışmaya başlıyoruz. Bana bir
yumruk atıyor. Afallamamı fırsat bilip, suratıma eline aldığı şişeyle vurmaya
çalışıyor. Korkutmak için buzdolabının üstündeki penseyi elime alıp ona doğru
sallamamla, kadının kaşını yarmam bir oluyor. Kanlar akıyor, kadın öfkeden
kuduruyor. Şişeyle kafama vuruyor. Sinirden ne yapacağımı bilmez halde bir kafa
atıyorum kadına. Bayılıyor. Ölüp ölmediğini merak ediyorum. Nabzı belli
belirsiz atıyor. Elimi yatağın çarşafına temizliyorum… Etrafta kimliğini arıyorum,
bulamıyorum. Çantasını karıştırmaya başlıyorum ülkeye kaçak yollarla girdiği
görüyorum ve polise gidemeyeceğinden emin oluyorum. Ancak bir satıcısı
olabilir, benim peşime düşebilir. Bu beni korkutuyor, davalarla,
tutukluluklarla uğraşmak istemiyorum. Dayanamayacağımdan değil, uğraşmak
istemediğimden. İşimi sağlama almam gerektiğini düşünüyorum, garantici yönümü seviyorum.
Kadını yatağın üstüne yatırıyorum. Pensemi arka cebime atıyorum. İçki şişelerini yatağın üstüne ve tüm odaya
boşaltıyorum. Kapı kolundaki ve
etraftaki parmak izlerimi siliyorum ne olur ne olmaz diye. Odayı ateşe verip,
çıkıyorum. Ateş odayı kaplıyor. Hemen ve sessizce dışarı çıkıyorum. Gaz
vanasını kapatıyorum ki bina havaya uçmasın.
Hemen daireme çıkıyorum. Az sonra
binadakilerin çığlıklarını duymaya başlıyorum, ateş apartman boşluğuna yayılmadan
binayi terk etmeme gerektiğini biliyorum ama önce kaçarsam şüpheleri üstüme
çekerim korkusuyla, dairemden çıkamıyorum. Üstümdekileri çıkartıp, sabahlığımı
giyiyorum. Kapı çalıyor. Acıyorum, aşağı katlardaki yardımsever öğrencilerden
bir kaçmam için beni uyarıyor. Teşekkür ederken bir anda irkiliyorum. Hemen
geri dönüp pantolonumun arka cebinde bulunan penseyi takım çantasına koyup, tüm
gücümle kendimi binanın dışına atıyorum. İstanbul itfaiyesi her zamanki gibi
geç kalıyor. Ancak yeterince değil, ateşler benim yatak odama sıçramadan yangın
kontrol altına alınıyor. Kadının satıcısı geç kalıyor, Elena diye bağırıyor. İtfaiye
içerde yanmış bir ceset bulduklarından bahsediyor. Adam duyuyor, telefonuna
sarılıyor. Bir insanı, dahası canlıyı kaybettiğine değil de, arabasının bir
kazada pelte çıktığına üzülen bir edayla telefonda birilerine dert yanıyor. Elim,
elim yanmaya başlıyor. Buz bulmalıyım, yeniden.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)