Mekanartı isimli küçük tiyatronun, küçük kafeteryasında kahvemin gelmesini
bekliyorum. Gireceğim oyunun broşürünü inceliyorum ufaktan. Ryûnosuke Akutagav'nın metnini, Ufuk tan Altunkaya uyarlamış ve yönetmiş; Proje koordinasyonunu Didem Kaplan üstlenmiş. Oyun içinde geçen videoların kurgu ve tasarımını Baran Oğuzlar yapmış; Arda Çetinkaya, Berrin karabaş, Cihan Esen, Neşem Akhan da az sora oynayacaklar... İki dakika oldu olmadı kıvırcık çocuk kahveyi önüme koyuveriyor.
Burun deliklerime çekiyorum kokusunu, mis gibi filtre kahve… Ne güzel ulan diyorum
şu özel tiyatro. Şimdi kurum tiyatrosu olsa makineden alacaktık. Yahut self
servis şekli zorlayacaktık bünyeyi. Tiyatro senin için kafeterya mıdır be adam,
diyeniniz olacaktır. Merak etmeyin değil, salonu, sahnesi de değil, dekoru
kostümü bile değil. Olsa olsa; Tiyatro felsefesini gösteren, göstermekle
kalmayıp savunan, üstelik iyi de savunuyorsa tadından yenmeyen ekibin üretimidir benim
için tiyatro… Bir fırt daha alıyorum kahveden, ne de güzel yapmış diyorum. Bağırıyorum
tezgahın oralarda yerleri temizleyen 'kombo' elemana: “Eline sağlık!”. “Ben
yapmadım ki…” diyor. “Makine yaptı!”. “Olsun.”, diyorum “Sen getirdin…”. Gülüyor,
işine devam ediyor. Çünkü çok işi var. Tiyatronun görünürde ki tek çalışanı o.
On beş dakika arayla alıyorlar salona. Salon dediysem
yanıltmasın sizi. Boş bir mekanın, bez perdeler ve yükseltilerle bölümlenmiş
hali. Pek bir kurgusal ama içten, yerli bir şairden yabancı bir şiir duymak gibi samimi… Benim
sıram geliyor. İlginç bir deneme olduğunu biliyorum, beklentim çok ama beklentiden
çok kaygı var içimde. Haksız da değil kaygım. Benim jenerasyonumun tiyatro
çocuklarından kötü bir “şey” izleme potansiyelim ürkütüyor beni. Kurum
tiyatrolarında çoğunluğu oluşturan abileri ve ablaları gibi sahnede yaratığa dönüşmelerini
görmeyi kaldıramam. Zaten haftalardır kurum tiyatrolarında yaratık oyuncular ve
biçimsiz oyunlar izlemişim. Dermanımı aradığım bu küçük tiyatrodaki yenilikçi
çocukların oyunculuklarının ve sanat eşiklerinin onlar kadar olduğu gerçeğini kabullenemem. Oralara
verdiğim üç kuruşluk paraya bile acırken, en az dört katını vermiş olduğum bu topluluğun
beni hayal kırıklığına uğratmasına dayanamam. Tiyatronun kafeteryasında bin bir türlü kaygıyla boğuşurken,
kapıdaki çocuğun komutuyla içeri dalıyorum. Parkurda ilerleyip, barkovizyonun karşısına
oturuyorum. Video başlıyor, ünlü isimler oyun karakteri olarak karşımızda
beliriyor ve idrak sürecim başlıyor.
Hemen fark ediyorum, ne de ustalıkla oynuyorlar
çıplak bir kameraya karşı ustalar. Boşuna usta olmamışlar hani. "Çağının oyunculuk biçimini ne enfes yakalamış orta yaşlılar oyuncular bunlar." diyorum ama benim aklım fikrim performanslarda… Ona da
geliyor sıra. Genç çocuk, karakteriyle karşıma oturuyor. Gözlerinin içine bakar
bakmaz kaygılarım uzaklaşıyor. Konuştukça, gerginliğim gidiyor. Yumuşuyorum.
Kendimi oyuna kaptırıyorum. Hafiften de tedirgin olmuyor değilim. Ama her
hareketinde karşımdaki, benim yaşıtım tiyatro oyuncusunu takdir ediyorum. Derin
bir oh çekiyorum ve kurguya kaptırıyorum kendimi… Sırasıyla iki kişiyle daha eğleşiyorum
on beşer dakikadan. Oyun bitiyor. Kafeteryada buluyorum kendimi. “Geçmiş olsun.”
Diyor, görevli çocuk hafif tebessümle. “Çok sağ olun.”, diyorum. Sarhoş bir tebessümle düşüyorum
yola…
Oyunun şekli şemali bir yana, sahnede insan görmenin verdiği
‘Hakkedilmiş mesleki sevinçle’ bir oyundan ayrılmanın verdiği hazzı
hatırlıyorum. Oyunun eksiği var mı var ama ilgilenmiyorum... Orası bira yanında fıstıkla
yapacağımız muhabbetin konusu olsun, sayın okuyanım. Biz şimdi Türk Tiyatrosunun genç-yaşlı dinozorlarını müzede
görme umuduyla, ‘Homo sapiens’in dirilişini kutlayalım... Üçün beşin hesabını
yapmak bize düşmez ama “Üç kişi” de yetmez be okuyanım. Artarak çoğalalım.
Halka, edebiyatın gölgesinde kalmış bir takım tiyatro biçimleriyle, robotik ve
bilinçsiz oyunculuklar sergileyen tiyatroların ötesinde, sanatın amberini içmiş
gençlerin yaşayan, temas eden tiyatrolarını aşılayalım. Bizim de bir tiyatromuz
olsun be okuyanım. Kurum sahnelerinin içinde oyun kisvesiyle dönüşen şeylerin çoğu bizim değil
sanki… (İstisnalar kaideyi bozmuyor, maalesef bozmuyor. Ah, bir bozsa...)